Sayfalar

Sayfalar

27 Mart 2013 Çarşamba

Havayı Ne Zaman Özelleştireceksiniz? Fİkret Başkaya


türkiyenin önde gelen düşünürlerinden fikret başkaya hocanın son yazısı özelleştirmeler ile alakalı her ne kadar yazıda katılmadığım bazı noktalar olsa da hocanın hakkını yememek gerek, gerçekten üzerine parmak bastığı noktaların iyi incelenmesi şart? 15 yıldır dinmeyen bir özelleştirme furyasında olan ülkemizde  hala bir denetleme mekaniz mamasının olmayışının acı sonucunu İDO örneğinde ve iptal edilen köprüler projesinde gördük... umut ediyoruz gi her şey daha güzel olacak ama bu arada yapılan iyi niyetli uyarılarında dikkate alınması temennisiyle sizleri fikret hocanın yazısıyla baş başa bırakıyoruz..

 Havayı Ne Zaman Özelleştireceksiniz?
ankbaskaya1

Özelleştirme [privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi  serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma [déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye, kapitalistlere satılması,  devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek. Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması, paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı. Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.
Bu amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği, özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma programları düzenlendi. Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna  inandırılmıştı.

Oysa özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı,  sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidiranlayışı saçmadır. Eğer verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün değildir.
Bu anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz”  bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız? Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor. Mesela Tüpraş nerdeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan, bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi, verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik” denir...
Tabii bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman kurumlarına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci bir iktidar varsa, zaten fiyat teferruattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...
Fakat o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların “verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı, amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversiteler bile birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...
Kalkınma yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de 49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalistlere hediye edilmeden önce yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün olmaz...
Gazetelere yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey, Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme, bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kim bilir belki şöyle: “Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.

26 Mart 2013 Salı

Emre Uslu habetürk röportaj, BEN BU ÜLKENİN 'KARA TÜRK' ÜYÜM


Sunucunun sorduğu soruya neden cevap vermediğini açıklayan Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu'nun gerekçesi: Ailemin güvenliğini tehdit eden bazı durumlar söz konusu...

Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, Söz Sende'de Balçiçek İlter'in sorularını yanıtladı.
Geçmişi hakkında bilinmeyenleri anlatan ve ortaya atılan iddiaları yanıtlayan Uslu, “Nerelisiniz?” sorusuna cevap veremeyeceğini söyleyerek nedenini de şöyle açıkladı“Bu soru benim için kritik bir soruAilemin güvenliğini tehdit eden bazı durumlar söz konusu. AncakDoğu'dan bir yerden olduğumu söyleyebilirim”
İşte Emre Uslu'nun o açıklamaları....

“KOYU BİR MİLLİYETÇİYDİM
Niye polis olmayı seçtiniz?
Tamamen şansızlık. Ben Ankara Üniversitesi Dil Tarih Edebiyat'ta okuyordum ve edebiyat profesörü olmak istiyordum. Tamamen ekonomik koşullar gereği Polis Akademisi'nin sınavlarına girdim. Zaten Polis Akademisi'nin son iki senesinde de bir yolunu bulup kendimi üniversiteye atma hesapları yapıyordum. Mezun olduktan sonra da ilk işim iletişim alanında bir master yapmak oldu.
Polislik devam ediyor muydu bu sırada?
Ediyordu. Hem polis olarak çalışıyordum hem de boş zamanlarımda master derslerine devam ediyordum. O dönem tam Susurluk'un patladığı dönemdi. Biz de o zaman bir formasyanla mezun olduk üniversiteden. Koyu-katı milliyetçi bir formasyon. İngiltere'den gelen hocalarımız hariç bir tane bile liberal hocamız yoktu.
Ne kadar katı bir milliyetçilikten bahsediyoruz?
Türkiye'nin dünyanın en önemli ülkesi olduğunu düşünürdüm. Tipik bir milliyetçide hangi tür hastalıklar varsa bende de vardı. Mesela PKK'nın Ermeni uşağı olduğuna inanırdım. Aşağıdaki çocukların kandırılmış olduğuna, yukarıdakilerin de dış güçlerin maşası olduğuna inanırdık. Daha sonra bu konuda akademik çalışma yapınca bunun faydasını da fark ettim. Türkler böyle inandığı için Kürt komşularıyla bir çatışmaya girmediler, bir iç savaş çıkmadı. Bu yalana özellikle Türk milliyetçileri o kadar inandı ki Kürtler ve PKK'yı ayırdılar ve Kürtleri asla öteki görmediler. Çünkü Kürtler bizden, kandırılmış, masum insanlardı.
“TERÖR DAİRESİ'NDE AHMET KAYA DİNLİYORDUK”
Bu sırada Susurluk olayı oldu....
O zamanlar ben Terör Dairesi'nde çalışıyordum. Aynı zamanda da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ne gidiyordum. Duvarlarda sarı, kırmızı, yeşil kartonlar asılıydı. İlk düşündüğüm şey şuydu: Bizim terörist diye uğraştığımız adamlar, fikirlerini üniversitede çok açık bir şekilde duvarlara asmışlar. Ankara İletişim'de bu çocuklarla tanıştım.
Polis olduğunuz için sizden korkmadılar mı?
Çok korktular, müthiş bir önyargıları vardı. Ben onlara “Bakın ben gizli polis olsam siz bunu asla öğrenemezdiniz. Ben polisim ama buraya sizin gibi master yapmaya geldim, sadece öğrenciyim” dedim. Çoğu polis bunu gizlemek ister ama ben özellikle bu yafta üzerime kalmasın diye söylüyordum. Tek amacım master yapmak diyordum. Sonra o arkadaşlarımı Terör Dairesi'ne de götürdüm. Bu arkadaşlar solcu oldukları için korkuyorlardı. Bizim dairede Ahmet Kaya dinlenildiğini görünce rahatladılar.
Terör dairesinde Ahmet Kaya mı dinleniyordu?
Evet, dinlenilirdi. Polis akademisinde biz öğrenciyken de dinlenilirdi. Ahmet Kaya, evsizlerin şarkıcısıydı. Evi olmayan ne kadar yurt çocuğu varsa onların duygularına hitap ediyordu.
Dinlemeyenler, tepki gösterenler de vardır mutlaka...
Vardı elbette. Ancak benim milliyetçilikteki ilk kırılmam İletişim Fakültesi'nde olmuştur. Bizim terörist diye tanımladığımız bu çocukların gariban olduğunu, çok insani hikayeleri olduğunu farkettim.
“TEHLİKELİ BULUP, ÇEVİK KUVVETE VERDİLER”

24 Mart 2013 Pazar

2013 yılı Muvazzaf/Sözleşmeli Muvazzaf Astsubay temini sınav yeri bilgisi, 30mart 2013 tsk astsubay sınav merkezi

2013 yılı Muvazzaf/Sözleşmeli Subay ve Muvazzaf Astsubay temin faaliyeti kapsamında ön başvurusu kabul edilen aday listesi ve sınav yerlerinin 25 Mart 2013 öğleden sonra www.kkk.tsk.tr internet adresinde yayımlanması planlanmaktadır.

23 Mart 2013 Cumartesi

Papa: Özellikle İslam’la daha fazla diyalog içinde olmalıyız


Papa: Özellikle İslam’la daha fazla diyalog içinde olmalıyız

Katolik dünyasının yeni ruhani lideri Papa Francesco, büyükelçilerle biraraya geldi


Katolik dünyasının yeni ruhani lideri Papa Francesco, Vatikan’a akredite yabancı büyükelçileri kabul ederek, “Değişik dinlerle ve özellikle İslam’la daha fazla diyalog içerisinde olmamız ve bunu yoğunlaştırmamız gerek” dedi.

Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un da hazır bulunduğu kabulde Papa, “Barış adına değişik uygarlıklarla, kültürlerle, toplumlarla iletişim kurmalıyız. En azından içimde yaşattığım duygular bunlar” diye konuştu.
Papa Francesco inançlı olmayanlarla da ilişki kurmak ve bu ilişkileri yoğunlaştırmak gerektiğini vurgulayarak, “Papalık töreninde Roma’da hazır bulunan İslam dünyasına bağlı gerek din adamları ve gerekse devlet otoriteleri beni fazlasıyla sevindirdi ve mutlu etti. Bu çok olumlu ve güzel bir gelişme ve atılım oldu. Bunun için İslam’la diyaloglara önem veriyoruz” dedi.
Papa, “Dinler arası köprüleri kurarken Vatikan’la diplomatik ilişkisi olmayan az sayıdaki ülke ile de resmi temasların bir an önce başlamasını diliyorum” ifadesini kullandı.



21 Mart 2013 Perşembe

‘Helal daire keyfe kafi’ ama... Dr. Birsel Banu Okutan

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Dr. birsen Banu Okutan Hocamızın bu haftaki Star Gazetesi açık görüş ekinde  yer alan ‘Helal daire keyfe kafi’ ama... başlıklı tesettür kavramı ve son yıllarda çoğalan tesettür dergiciliği! üzerine eleştirel bir bakış açısı ve bir hatırlatma ihtiyacı duyarak kalema almış olduğu yazısı



Dr. Birsen Banu Okutan / İstanbul Üniversitesi
Popüler kültür, genel hatlarıyla kapitalist pazar mekanizmasına bağımlı, kitle iletişim araçları tarafından yayılan, geniş kitlelere seslenen gündelik hayat tarzı olarak adlandırılmaktadır.
Sinema, müzik, televizyon programları, diziler, reklamlar gibi popüler kültür ürünleri farklı kimlikler üzerinde ortak zevkler, tüketim alışkanlıkları oluşturmakta ve standart eğilimler yaratmaktadır. Kendini tekrar tekrar üreten popüler kültür ürünlerinin tüketiminde ‘kadınlar’ aktif özne olarak yer almaktadır.
Modanın yörüngesinde gezinirken...
Güzellik üzerine kurgulanmış bir kadınsallık algısı ile kadınlar, genç ve zayıf gözükmek için güzellik merkezlerine gitmeye, kozmetik malzemeleri kullanmaya özendirilmekte; bir yandan da şık görünmek için modayı takip etmeye ve alışveriş yapmaya teşvik edilmektedir. Modanın yörüngesinde oluşturulan standart “ideal kadın tipolojisi” tüketim toplumunda kimlik oluşum ve kimliksel özelliklerin yerleşim süreçlerini de etkisi altına almakta; parçalı, değişken, kırılgan kadın kimlikleri yaratılmakta, bir bakıma da kimlik bileşenleri bulanıklaşmaktadır.
Popüler kültür bombardımanı
Dine önemli paye verdiği için örtünen kadın da diğer bireyler gibi popüler kültürün bombardımanı altında kalmaktadır. Popüler kültür ürünleriyle başörtülü kadınların girdiği ilişkiselliğin boyutu ve derinliği yapılan çalışma verileriyle günbegün aydınlanmaktadır. Tüm örüntüyü uzun uzadıya açıklamak bu yazı özelinde mümkün olmadığı için muhafazakâr, örtülü kadınlar için hazırlanan popüler ‘yaşam stili dergileri’ üzerinden yapılacak ilişkisellik analizi, mikro ölçekte de olsa konuyu anlaşılır hale getirebilir.
Son yıllarda, muhafazakâr tüketicilerin beğeni ve zevklerini oluşturma veya geliştirme amacıyla hazırlandıkları iddia edilen yaşam stili dergileri “helal daire keyfe kafidir”, “Müslüman kadın güzel olmasın mı?”, “İslam’ın da estetiği vardır” gibi mottolar altında varlıklarına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Güzellik-moda-alışveriş sarmalında oluşturulan dergilerde makyajlı ve örtülü kadınlar modellik yapmakta; “Vakko cüzdan” “Rubenis gözlük”, “iPhone 4S”, “Flormar rimel”, “Christian Dior ruj” gibi markalı ürünler, alınması tavsiye edilen ürünler olarak sunulmaktadır. Bu sunumun skalası değişmekle birlikte bu tip dergilerin diğer moda veya yaşam stili dergileriyle benzerliği farklarından daha çoktur. Hedef kitle hangi tabaka olursa olsun iki tür dergi de piyasa mekanizmasının dinamiklerine göre işlemektedir. Dergiler moda, güzellik-estetik, ünlülerle söyleşi, kişisel gelişim örnekleri, sağlık haberleri gibi konular çerçevesinde oluşmakta, bol miktarda reklam kullanmaktadır. Mesela Ala dergisi tıpkı Elle dergisi gibi Chanel, Kenzo, Gucci, Burberry, Versace, Guess gibi markaların reklamlarını vermekte; bunlara ek olarak İklim, Olcay, İşbilir gibi daha az bilinen veya bilinmeyen tesettür giyim mağazalarını tanıtmaktadır. Reklam verenlerin mottoları ise yer yer farklılaşmaktadır. Elle dergisinde “Clinique, 3 saniyede harika bir cilt yaratılabilir mi? Evet” şeklinde seküler mottolara rastlanırken; Ala dergisinde “Helal sertifikalı Mihri güzellik ve bakım ürünleri ile siz de güzelliğinizi keşfedin” biçiminde dini terimleri ve muhafazakâr söylemleri kullanan reklamlarla karşılaşılmaktadır. Sonuçta değişik kitlelere hitap eden dergilerin mantalitesi aynı ‘tüketim yörüngesinde’ hareket etmektedir. Dergiler, ister muhafazakârlık olsun ister olmasın, değer veya inançları kendi kurallarına bağlayan piyasaya adapte olmaktadır.
“Böyle bir muhafazakâr yaşam stili dergisinin başörtülü dindar bir kadın veya birey için ne gibi sakıncaları olabilir?” sorusu hem üreticiler hem de alıcı kitle tarafından zaman zaman gündeme getirilmektedir. Bu sorunun cevabı, sosyolojik olarak ‘amaçlanmış davranışın niyetlenmemiş sonuçlar doğuracağı’ ilkesine dayanarak iki madde özelinde açıklanabilir. İlk olarak, dergilerde makyajlı, beden hatları ortaya çıkan başörtülü modellerin varlığı, örtüyü kıyafet-makyaj-stil üçgenine yerleştirmektedir. Esasen, “başörtü” dini bir göstergedir. Gösterilenin “dini amaç”, gösterenin “örtü” olduğu denklemde, “gösterenin” piyasa mekanizmasına göre çeşitlenmesi, renklenmesi, hızlı bir değişim sürecinden geçirilmesi “göstereni” şeyleştirmekte; “gösterilenin” ise varlığını unutturmakta, onu tanımsızlaştırmaktadır. Anlamından kopartılan stilize örtü şekilleri muhafazakar kitleler tarafından takip ve taklit edilip, sokağa düşmektedir. Sokağa düşen her model gözlerde aşinalık yaratmakta, aşinalık yadırgama oranını azaltmakta ve alışkanlıklara dönüşmektedir. Ticari döngünün motor imgesi olarak modanın arzuladığı da bu değişim takibinin alışkanlığa dönüşmesidir.
İsrafı prestijle eşitlemek...

17.03.2013 tarihli star gazetesinin açık görüş ekinde nazife şişman tarafından kalme alınmış son günlerin en tartışmalı ve şahsen benimde çok fazla tereddüt ettiğim bir konu olan Süt Bankası hakkında kaleme aldığı yazıyı paylaşıyoruz... 
Laboratuvarda pastörize edilerek endüstriyel bir ürüne dönüşüyor anne sütü. Ve bu esnada nasıl bir nitelik kaybı olduğuna dair araştırmalar da fazla gün yüzüne çıkarılmıyor. Böylece bütün doğallık vurgusuna rağmen karşımızda bir ürün olduğu göz ardı edilmiş oluyor. Halbuki süt bankası kurmak yerine bir sütanne vakfı kurulması düşünülemez mi?
Nazife Şişman

Bugüne kadar gerçekleşen 8 Mart kutlamalarında kadınlar konserler dinledi, çiçeklerle karşılandı, her yerde “kadın” diye başlayan nutuklar dinledi, çeşitli kurumların kutlama mesajlarına maruz kaldı. Ama ilk defa bir süt bankası hediye edilecekti kadınlara. Sağlık Bakanlığı, bu yıl Dünya Kadınlar Günü’nde İzmir’de bir anne sütü bankası açacaktı, ama olmadı. Belki de 23 Nisan Çocuk Bayramı’na ertelenmiştir, kim bilir? Süt, çocuklara hediye edilse daha anlamlı diye düşünülmüş olabilir. Nihayetinde anonim bir anneler topluluğundan alınıp anonim bir bebekler topluluğuna ulaştırılmayacak mı, bu nadide olduğu söylenen besin?
Şaka bir yana bu anonimlik üzerinde önemle durmak gerekiyor. Gerçi Sağlık Bakanlığı hangi kadının sütünün hangi çocuğa verildiğinin çok titiz bir kaydının tutulacağını vadediyor. Süt akrabalığıyla ilgili bilginin aktarılabilmesi için. Ama bu vaad endişeleri bertaraf etmiyor, çünkü çok karmaşık bir durumla karşı karşıyayız. Adı üzerinde bu bir banka ve kurumsal niteliği anonimlik üzerine kurulu. Siz hangi numaralı banknotun hangi müşteri tarafından yatırıldığının ve hangi müşteriye kredi olarak verileceğinin dökümünü yapabilen bir finans sistemi tahayyül edebiliyor musunuz? Biraz abartılı görülebilir bu benzetme, ama nihayetinde benzer bir durum söz konusu ve mahiyeti itibariyle böyle bir hukuki düzenleme yapmak çok zor görünüyor. Çünkü işin bizatihi kuruluşu, sütü, anneden ayrı bir madde olarak kabul edişe dayanıyor. Anne sütü bir maddedir, emzirmek ise bir eylem. Esasında anne sütüyle beslemenin biyolojik ve psikolojik faydalarını tesis etmek için hem maddeye hem de eyleme yoğunlaşmak gerekir. Mesela ememeyen prematüre bebeklere biberonla anne sütü verilmesiyle ilgili çalışmalar, anne sütünün materyal olarak faydaları üzerine yoğunlaşırken emzirmeyi konu alan çalışmalar bir pratik olarak emzirmenin duygusal ve gelişimsel faydaları üzerinde yoğunlaşır. Süt bankasının arka planındaki yaklaşım, anne sütünün emzirme pratiğinden tamamen kopuk bir şekilde sadece bir materyal olarak içeriğine odaklanıyor.
Bilimsel süt ve mamalar dönemi
Belki de ilk insandan beri kadınlar bebeklerini emzirmelerine rağmen anne sütünün bilimsel olarak faydasının tescili için yirminci yüzyılı beklemek gerekti. Zaten doğum, ölüm gibi insan hayatına dair pek çok evrenin tıbbileştirildiği ardından da teknolojikleştirildiği bir dönemdir yirminci yüzyıl. Nitekim üçüncü dünya ülkeleri bir sağlık programı çerçevesinde1960’lı yıllarda süt tozu ile ve bebekler için “bilimsel süt ve mama” ile tanıştı. Kalkınma programlarına içkin olarak servis edilen yapay süt ve mama, pek çok üçüncü dünya ülkesinde emzirme pratiklerini değiştirdi. Ama ne zaman ki Dünya Sağlık Örgütü, anne sütü muadillerinin pazarlama şartlarıyla ilgili uluslararası bir kod oluşturdu, işte o zamandan, yani 1981’den itibaren anne sütü ile beslemenin önemi küresel düzeyde kabul edilmiş oldu. O zamandan beri anne sütü bebekler için en uygun besin maddesi olarak kabul ediliyor. Anne sütü bankalarına ivme kazandıran “anne sütünün faydalarına dair söylem”in önemli bir aşaması olarak görülebilir bu dönem. Esasında ilk süt bankası 1909’da Viyana’da kurulur. O zamandan günümüze inişli çıkışlı ilerler bu serüven. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında erken doğan bebekler için süt bankaları ile ilgili bazı düzenlemelerin olduğu görülür. 1980’lerin ilk yarısında hızla artan süt bankalarının sayısı ikinci yarıda AIDS’in yaygınlaşmasıyla hızla azalır. Çünkü hastalık bulaşmasından korkar insanlar. Fakat 1990’larla birlikte süt bankaları yeniden artışa geçer.
2001’de ilk defa uluslararası İnsan sütü bankası kongresi düzenlenir. O zamanki rakama göre Fransa’da 18, Brezilya’da 154 süt bankası vardır. İngiltere’de ise 17 banka mevcuttur. Brezilya’daki rakama dikkatinizi çekmek isterim. Kalkınma programına içkin formül mamaların servis edildiği ve kültürel olarak emzirme pratiklerinin tamamen bozulduğu bir tarihsel tecrübesi var Brezilya’nın. Önce bebekleri emzirmekten vazgeçirten bir mama furyası ardından süt bankası kuruluşu. Bu nüfus ve kalkınma politikası ayrıca ve ayrıntılı olarak ele alınmayı hak ediyor. Ama günümüzde sadece bu ülkelerde değil pek çok ülkede süt bankaları sayıca artış gösterdi ve toplamda 500’e ulaşmış görünüyor.
‘Alternatif annelikler’…

Konyaray tramvay renk seçimi anketi sonuçları


Konyaray anketi sonuçlandı
Konya Büyükşehir Belediyesinin Konyada hizmete girecek tramvayların rengini belirlemek için yapmış olduğu halkoyuna sunulma işleminin sonuçları bizzat Başkan Tahir Akyürek tarafından açıklandı. 
  Anket sonuçlarına göre Konya halkı yeşil ve beyaz renklerden oluşan tramvayı seçmiştir , tüm konyalı hemşerilerimize hayırlar getirmesitemennisiyle, hayırlı olur olur inşaallah...