Sayfalar

Sayfalar

10 Mart 2010 Çarşamba

Banka: Güvensizliğimizin Eseri Senai Demirci

Senai Demirci hocamızın Bankalar üzreine yazmış olduğu 01.01.2010 tarihli yazıyı sizlere aktarıyoruz......

Bankalar niye var? Birilerimiz artırdığı parayı güvenle emanet etsin diye. Bir kardeşine verirse ödünç olarak, istediğinde geri alabileceği konusunda emin olamaz çünkü. Bankalar niye var? Birilerimiz de eksik parasını faiz ödeyerek tamam edebilsin diye. Bir kardeşinden isterse, parası olduğu halde parası olduğunu söyleyeceğinden, olsa bile borç vermek isteyeceğinden emin olamaz çünkü. Bankalar niye var? biz "kardeşler", biz "muhammed-ül emin"in ümmeti sayılmayı uman şaşkınlar, borç verecek kadar birbirimizden "emin" olmadığımız için, borç istemeyi hak edecek kadar birbirimize birbirimizi "emin" edemediğimiz için. Eğer yaşadığımız şehirlerde bankalar ana caddeleri işgal ediyorsa, "emin" olamayışımızın heykeli dikiliyor gözlerimizin önünde. Bir kardeşimize borç verdiğimizde, ona güvendiğimizi gösteriyoruz. Böylece yeryüzünde güvenen bir kardeş ve güvenilen bir kardeş olmak üzere iki tane "emin" var ediyoruz. Bir kardeşimizden borç alabildiğimizde ise, karşımızda güvenen bir kardeş buluyoruz ve güvenilen bir kardeş olduğumuzu fark ediyoruz. Yine iki tane "emin" varoluyor yeryüzünde. Bir kardeşimize borç aldığımız parayı geri ödediğimizde, ona "güvenilir" bir kardeşi olduğunu gösteriyor ve "güvenen" bir kardeş olarak onu yeniden tanıyoruz. Borç verilen ve alınan paradan hiçbir şey eksilmediği halde, "para" yeryüzünde hiçbir şekilde satın alamayacağı bir şeyi bir kaç kez inşa etmiş olur: "güvenen"/"güvenilen". Eşsiz bir prim! Dahası, sahibinin elinde kalacak olsaydı borç verilen para, borcu alanın elinde olduğu kadar değer üretemeyecekti. Borcu veren, vermeseydi belki sadece biraz daha fazla parası olacaktı ama borcu alan "biraz daha" parası olmaktan fazlasını kazanır. Faizin ağır günahına girmekten ve insafsız yükü altında ezilmekten kurtulur. Borç aldığı para, onun elinde, borç aldığı kişinin elinde kalmasından daha fazlasını üretir. Ya işini düzeltir, ya çocuklarının acil ve zaruri ihtiyaçlarını karşılar ya da belki de sınırına geldiği bir ahlaksızlıktan (belki rüşvet, belki faiz, belki hırsızlık, belki miras haksızlığı...) yüz çevirir. Para ilk sahibine kazandırdığından daha fazlasını "satın alır"böylece: daha umulmadık sevinç, daha çok huzur, daha büyük rahatlık. Ve en önemlisi karşılıksız iyilik yapma iradesinin ölmediğinin seneti olur o banknotlar... Bu da şu fani ömürde hiçbir yatırım aracının karşılayamacağı yükseklikte bir prim! Parayı dünyada hiç kaybetmeden, ebedî kazanıyoruz ve hesapsız bir karşılıkla ahirete gönderebiliyoruz. Oysa, faiz almak için değil elbette, emaneten bankaya koyduğumuz paramız üzerinden bile, bankalar ihtiyaç sahiplerine "para satma" fırsatı yakalıyor, faiz alma avantajı elde ediyor. Ve unutulmuş ve belki hatırlamak istemediğimiz ama önemli bir not: Bediüzzaman Said Nursî, bankaları "faizin kabı ve kapısı" olarak tarif eder. Faizin kapısını açmaya niyetli olmasak bile, sırf bu alışkanlığımız yüzünden faizin kabını dolduruyoruz. Peki ya bizim 'finans kurumları'mız bir çözüm olamıyor mu?" diyecek olursanız, sıkı durun, sizi vicdanınızın suskunluğunu bozacak bir cevap geliyor. Bu yaşıma kadar zaruri bir ihtiyaç duymadım onlara. Ama ilk defa, Rehabilitasyon Merkezimiz için "destek" aradığımızda, beni çok seven ve hayran yöneticileri olduğu halde bile, ellerinden hiçbir şey gelmedi. Bizden alacakları "geri ödeme"yi sağlam bir ipotekle "garanti" etmeden, hiçbir şekilde bize destek olmuyorlar/olamıyorlar. Üstelik, sözüm ona "faiz değil" diye alabileceğimiz parayı, kâr payını "garantiledikten" sonra, yani hiçbir şekilde riske girmeden, diğer bankalardan çok daha fazla maliyetle alıyoruz. Yani, bankaların "bu tarafında" da "karz-ı hasen" anlayışının yerinde yeller esiyor. Sizin "garanti" olduğu için haram olan "faiz"e yatırmayıp da kâr payını (elbette ki zarar payı da göze alınmalı ki helal olsun) garanti etmek adına, destek verecekleri kardeşlerinizi, elinden tutacakları işletmeleri, istihdam sağlayacak yatırımları, zararı ihtimalini sıfırlamak adına, öylesine eziyorlar ki... (Meselâ şu anda, elimde hiçbir gayr-i menkul olmadığı ve kâr eden bir şirketim de olmadığı için, hiçbir şekilde "fon" alamam herhangi bir "kardeş" finans kuruluşundan. Aksinin ispatlanması için hodri meydan!) Sonuç: Birbirimize güvensizliğimiz birbirimizi isteyerek ezdiğimiz, piyasayı darlandırdığımız, istihdamı kösteklediğimiz ve en önemlisi "fonlama" ya da "faiz" yüküyle ürün ve hizmet bedellerini birbirimize zehir edecek denli yüksellttiğimiz bir sömürü kabını dolduruyor. Bireysel olarak "mümin" bir toplumuz; öyle umuyorum. Ama toplumsal olarak "mümin olmayan", birbirinden "emin" olamayan, inandığı Allah'a güvenmediği için risklerin hepsini sıfırlama yönünde her türlü örtülü cimriliği büyüten, cilalı istifleme yöntemlerini idealleştiren (kolllarda bilezik biriktirmeler, yastık altı paralarını kimselere yedirmemeler, kazancını garantilemeye "kâr payı" süsü vermeler...) bir düzen(bazlık) kuruyoruz. Çok mu ümitsizim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder