Sayfalar

Sayfalar

8 Ocak 2011 Cumartesi

Memuriyet hastalığı!

Hem Osmanlı, hem Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi gösteriyor ki, kazancın aslî mecraı ‘devlet kapısı’ olmamalı.
Metin Karabaşoğlu'nun yazısı
Moral Dünyası Dergisi'nde yer alan yazıya göre;
Hem Osmanlı, hem Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi gösteriyor ki, kazancın aslî mecraı ‘devlet kapısı’ olmamalı. Ve öte yandan, devlet yönetiminde ve devlet imkânlarının sevk ve idaresinde temel ilke, ‘itikadî’ veya ‘ideolojik’ yakınlık değil, eşitlik ve liyakat olmalı. Bediüzzaman, “Memuriyet Hastalığı” diyebileceğimiz bu konuya yüz yıl önce kaleme aldığı Münazarat’ında dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bir asır önce yayınlandığı halde bugün Türkiye toplumunun henüz gelemediği bir idrak seviyesine işaret eden Münazarat’ında, özellikle hürriyet-istibdad gerilimi paralelinde, Osmanlı saltanatına dair eleştiriler de vardır. İslam’ı Osmanlı saltanatıyla özdeşleştirdikleri için meşrutiyeti ve hürriyeti İslam adına kötü bulanlar, bu münazaralar esnasında, artık gayrimüslimlerin de askere alınmasını ve gayrimüslimlerden de valiler, kaymakamlar atanıp mebuslar seçilmesini meşrutiyetin kötülükleri arasında zikrederler.
Bediüzzaman’ın bu itirazlara verdiği cevap, Osmanlı tarihine dair eleştirel bir okuma niteliği taşıdığı gibi, Hz. Peygamber’in mirasının -‘saltanat siyaseti’ paradigmasına teslim olmadan okunmaması şartıyla- sunduğu imkânlara da dikkat çekmektedir.
‘Gayrimüslimin askerliği’ni caiz bulmayanlara, kolayca unutuverdikleri bir tarihî gerçeği hatırlatır Bediüzzaman: “Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Arab müşriklerinden muahid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i kitabdır.” Hem, “Düvel-i İslamiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şahiddir.”
Sonra, şu eleştirel tarih okumasını dile getirir:
“Neslen ve serveten tedennimize ve gayrimüslimlerin terakkisine sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayrimüslimler, o vakitte yalnız beş-altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar.
Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülahazasıyla evlenmezler. Şayet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsul-ü hayatını zayi edecektir. Delil istersen Van’a git; bir Ermeni kapısını, bir İslam dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâm’ın evi iki zayıf bürhanı nazar-ı ibrete arzedecektir.”


İmaret maişeti ve belayı bulmak
Bu cümleler ardından gelen “Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?” sorusuna Bediüzzaman’ın verdiği cevap da, aynı hatta ilerlemektedir. İki sebep sıralayan Bediüzzaman, ikinci sebep olarak “Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk” der. “Nasıl?” sorusuna karşı da, bu tahlilini şöyle izah eder:
“Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru ve zîhayat, sanattır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun medâr-ı maişet edenler, bir nevi cerrar ve aceze ve seledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi Çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. (...)”
Takip eden soru-cevaplarla meseleyi müzakereye devam eden Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu şablon açıktır: Osmanlı hanedanı, gayrimüslime güvenemediği için ordunun komutasını tamamen Müslümanlara verdiği gibi, sivil bürokrasiyi de ağırlıklı olarak Müslümanlara tahsis etmiştir. Askerî veya sivil, ‘imâret’i, yani emîrliği, bugünün diliyle âmirliği Müslümanlara tahsis eden bu anlayışın kaçınılmaz bir sonucu, Osmanlı sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlerin kendilerine kapalı devlet kapıları karşısında sanat, ticaret ve ziraate yönelmeleri; Müslüman tebaanın ise tam aksine bu konularda, özellikle de sanat ve ticarette giderek gerilemesidir. Hâlbuki rızkın, maişetin asıl mecrası sanat, ticaret ve ziraattir.

Kazancın ‘meşru’ yolları
Sanatı, ticareti ve ziraati insanlık için asıl geçim yolları olarak zikrederken Bediüzzaman’ın kullandığı üç vasıf özellikle dikkat çekicidir: Bu üçü, kazancın tabiî yoludur; yani, sanat, ticaret ve ziraat insan fıtratına muvafık ve denk düşmektedir. Bu üçü kazancın ‘meşru’ yoludur da. Çünkü üçünde de, elle tutulur bir ‘ürün’ ortaya konmaktadır. Gerçi savaşla gelen ganimet de caizdir; ama o savaşın adil bir savaş olması, ‘ganimet’i esas alan ‘işgalci’ bir savaş olmaması şartıyla...
Üçüncüsü ve belki en önemlisi, bu üç geçim vasıtasının ‘zîhayat’ oluşudur. Eski dönemin şartlarını düşünürsek; askerseniz, ganimet toplar, geçinirsiniz. Memursanız, ahaliden vergi toplar, yine geçiminizi garantilersiniz. Yeni dönemin şartlarında ise, her iki halde, kazancınız zaten devlet garantisi altındadır; devlet tamamen çökmediği sürece alacağınız bir maaş vardır, emekliye ayrıldıktan sonra, yine geçiminiz belli bir maaşa bağlanmış durumdadır. Neticede, üretmeseniz de kazandığınız ‘gayr-ı tabiî’ bir maişet mecraıdır ortada olan. Dahası, bu mecra ‘tenbelliğe müsaid’ ve ‘gururu okşayan’ özelliğiyle bilhassa tehlikelidir. Çünkü tenbelliği tahrik eden ‘maaşım nasıl olsa garanti’ psikolojisi de, insanı başkalarından ve hal-i âlemden ders almaktan uzak düşüren ‘gurur’ hali de, neticede durağanlaştırıcı, âtıl bırakıcı bir niteliğe sahiptir. Zaten garantili bir geçiminiz vardır; hayatı doğru okumanız, iyi okumanız, kendinizi buna göre sürekli yetiştirmeniz ve geliştirmeniz şart değildir. Halbuki sanat da, ticaret de, ziraat de hayatı doğru okumayı, değişen şartlara uyum gösterebilmeyi, ilkeli ama esnek olabilmeyi, farklılığı içselleştirmeyi gerektirir. Hayat da böyle değil midir? Her canlı, hayatiyetini sürdürebilmek için, belli bir esnekliğe, kıvraklığa, ortamı iyi okuyabilme, değişen şartlara uyum gösterebilme yeteneğine ve farklı unsurları bir kıvamda buluşturabilme gibi yeteneklere sahip olma durumundadır.
Neticede, Osmanlı şartlarında ‘imâret’e odaklanmışlık Müslümanların hayrına olmamıştır. Ancak ganimetle düzgün işleyen bu yapı, sanat ve ticaret gibi ‘zîhayat’ olmadığı için zaman içinde önce başkaları ilerlerken Osmanlının gerilemesi ve bu gerilemenin askerî alana da sirayet etmesinin ardından gelen yenilgiler ve kopmalarla ganimet düzeninin de çökmesiyle büsbütün tıkanması sonucunu getirmiştir.
Bediüzzaman’ın sözkonusu tesbitleri, görüldüğü üzere, hakkında bir dizi kitap çalışmasıyla olaylar, olgular ve süreçler dâhilinde irdelenmeyi gerektirecek kadar dikkat çekici.

Tersine dönen tablo
Bu tesbitler ışığında yüzümüzü daha yakın tarihe çevirdiğimizde ise, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Cumhuriyeti kuran kadrolar ise, ‘imâreti’ yalnızca Müslümanlara yakıştıran Osmanlı zihniyetinin aksine, ‘dindar’ insanları potansiyel tehlike olarak gördüğü için askeriyeden de, sivil bürokrasiden de uzak tutmayı yeğledi. Dahası, devlet eliyle besleme bir burjuvazi üretilirken, dindar insanlar yine itinayla ‘ihale düzeni’nden uzak tutuldular. Cumhuriyet Türkiyesi’nde dindar insanları dindar kaldığı sürece geçimini ve saadetini devlet kapısı dışında aramaya iten bu durum, açık bir kayırmacılık ve haksızlık içermekle birlikte, uzun vadede kayırılanların aleyhine, haksızlığa uğrayan dindarların ise hayrına bir sonuca vesile oldu. Cumhuriyetin ‘imtiyazlı’ beyaz Türkleri daha az emek ve daha az yetenekle bürokrasi kademelerinde yükselirken; dindarlığından dolayı asker-sivil bürokraside kendisine ‘ekmek olmadığı’nı gören nice müstaidler daha da fazla emek sarfetmeyi, daha da fazla yetenekle donanmayı bir gereklilik olarak gördükleri gibi, sivil zeminlerde, ticarette, sanayide kendilerine bir mecra aradılar.
Sonuçta, maaşını devletten alan beyaz Türkler ve sırtını devlete dayamış beyaz bujuva bu ‘gayr-ı tabiî’ mecrada hayatı ve dünyayı doğru okuma yeteneğini günbegün yitirirken, ellerindeki bütün imkânlarla marjinalize etmeye çalıştıkları dindarlar ‘zîhayat’ olmanın gerektirdiği esneklik, kıvraklık, ortamı iyi okuyabilme, değişen şartlara uyum gösterebilme, farklılıkları bir kıvamda buluşturabilme gibi yeteneklerle her alanda giderek mesafe katettiler.
Düne kadar “Eller aya, biz yaya” diyerek bütün geriliklerin suçlusu ilan ettikleri dindarlara şarlayanların şimdi ‘ulusalcı’ bir akıl tutulması yaşıyor olmaları, “Dindarlar da, dünya da işbirliği içinde bize karşı” çözümlemeleri eşliğinde ‘dahilî ve haricî bedhahlar’ söylemine sığınmaları boşuna değil.
Özetle, Osmanlı şartlarında da, Cumhuriyet dönemi şartlarında da, zıt kutuplar için de olsa, ortak bir durumla karşılaşıyoruz: ‘İmâret,’ güce ve garantili bir maaşa yaslanmışlığın eşiğinde insanı hayattan koparıyor; durağan, âtıl ve dolayısıyla önce gerilemeye, sonra kaybetmeye mahkûm hale getiriyor.
Durum buysa, ister bürokratik kademeler açısından, ister ihale düzeni bakımından bugün devlet imkânlarının kendileri için açık hale geldiğini düşünen dindarların bu ‘yakın imkân’ın üreteceği ‘uzak tehlike’nin farkında olmaları gerekiyor.
Hem Osmanlı, hem Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi gösteriyor ki, kazancın aslî mecraı ‘devlet kapısı’ olmamalı. Ve öte yandan, devlet yönetiminde ve devlet imkânlarının sevk ve idaresinde temel ilke, ‘itikadî’ veya ‘ideolojik’ yakınlık değil, eşitlik ve liyakat olmalı.
Aksi halde, herkes kaybediyor; ya peşinen yahut gelecekte...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder