Hilal kaplanın 02 eylül 2011 tarihli yeni şafakta çıkan köşe yazısı.
Alnı secdeye değmiş militarizm
Bayramın ilk günü ulusalcı bir arkadaşım ("Benim ulusalcı arkadaşlarım da var") sağolsun mesaj göndermiş. Aynı gün iki bayramı kutladığımıza dikkat çekip "temel değerlerimizden taviz vermeden onurlu ve başı dik durmak dileğiyle" diye devam eden bir mesaj. Kendisiyle taviz vermeyeceğimiz "temel değerlerimiz" üzerinde pek ortaklaşamasak da bu çifte bayram tebriğini tebessümle karşıladım.
Ramazan Bayramı'nın Zafer Bayramı'na denk gelmesi sebebiyle "çifte bayram" konulu pek çok manşet atıldı, köşeler donatıldı. Mezkûr "çifte bayram" halinin sadece medyada değil halkta da büyük karşılık bulduğunu genelde orta Anadolu'lu, Türk ve mütedeyyin insanlardan müteşekkil akrabalarımızı ziyaret ederken de müşahede ettim. Tabii özellikle mütedeyyin çevreler için bu Zafer Bayramı'nın "çifte bayram" oluşu kronolojik bir kesişmeden ibaret değil. Zafer Bayramı'nı normalde coşkuyla kutlamayacak halk kitleleri için geçtiğimiz Zafer Bayramı'nı esas anlamlı kılan Abdullah Gül'ün eşi başörtülü olduğu için Cumhurbaşkanlığı ve dolayısıyla Başkomutanlık makamına gelmemesi amacıyla binbir takla atanların sonunda "acı gerçek"le yüzleşmeleri oldu.
Işık Koşaner ve arkadaşlarının istifası "Vakayı Hayriye" diye adlandırılmıştı ama kısa sürede bunca hayırlı olayı birarada göreceğimizi beklemiyordum doğrusu. Başbakan'ın YAŞ'ı baştaki koltukta yalnız oturarak yönetmesi, 27 Nisan e-muhtırasının Genelkurmay'ın internet sitesinden kaldırılması, Genelkurmay'ın Işık Koşaner'in itiraf ettiği "kepazelik"lerden biri olan er Cüneyt Kızılarslan'ın katlini açıkça üstlenmesi ve en son Zafer Bayramı tebriklerini Genelkurmay Başkanı'nın değil, Cumhurbaşkanı'nın kabul etmesi...
Bu çoğunlukla sembolik ama önemli gelişmeler vesilesiyle mütedeyyin çevrelerin yüzleşmesi icabet eden "acı gerçek" ise aslında zihniyet itibariyle gayet militarizme kaymaya elverişli bir zemine sahip olmamız sanırım. Bazı yorumlara bakıyorum da sanki esas dert ordunun devlet işlerinden el çekmesi değil de ordunun din işlerine mesafeli durmasıymış gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bacak kadar halimizle askerî disiplin içinde and içerek güne başladığımız ilkokuldan itibaren eli silahlıların bize yol göstermesini öylesine içselleştirdik ki Genelkurmay Başkanı namaz kıldığı takdirde "Ordu-millet elele" sloganı atabilecek potansiyele sahip olmamız beni hiç şaşırtmıyor ama kaygılandırıyor.
Bir Müslümanın toplumun herhangi katmanındaki birisinin (evhanımı veya Genelkurmay Başkanı fark etmez) namaz kılmasını önemesemesi elbette doğaldır. Kişinin Allah'la kurduğu irtibatın sağlam olduğunu hissetmemiz, insanla ve vazifesiyle kurduğu irtibatın da sağlam olacağına dair hissiyatımızı pekiştirir. Bu minvalde bir Müslüman olarak benim namaz kılan bir Genelkurmay Başkanı olmasını arzu etmemle, namaz kılan bir Devlet Su İşleri Müdürü olmasını arzu etmem arasında bir fark yok. Ancak namaz kılan bir Genelkurmay Başkanı'na benim yüklediğim anlamdan çok daha fazlasını yükleyen Müslümanlar çoğunlukta sanırım.
Ordunun demokratik hiyerarşi içerisinde yerini bildiği bir sistem inşa edilmesi hedefleniyorsa, Genelkurmay Başkanı'nın ne yapıp yapmadığına bu kadar önem atfetmeyi bir kenara bırakmak gerektiği kanaatindeyim. Üstelik Genelkurmay Başkanı namaz kıldığı takdirde ordunun siyasalın merkezindeki konumundan hiç rahatsızlık duyulmayacağını ima eden bu anlayışı aşamadığımız sürece İç Hizmet Kanunu'nun 35. Maddesi'nin kaldırılması hukukî bir ayrıntı olarak kalacaktır. Unutmayalım ki kanunları var eden onların yazılı olduğu metinler kadar, o kanunda cisimleşen zihniyetin toplumda da makes bulmasıdır . Örneğin "Şapka Kanunu" hâlâ geçerli ama halka "geçmiyor". Dolayısıyla orduya yüklenen "yücelik" vurgusunun sorgulanması şart.
Bu yücelik vurgusuna uygun olarak "Ordu-millet el ele" denilen her dönemde aslında ordu milletin elinden tutmuyordu, bilakis sopasıyla başında dikiliyordu. Çünkü güç sahibi olan eli silahlılar denetlenemez. Denetimsiz güç kibre, kibirse zorbalığa ve zulme yol açar. (Mekke'yi fetheden Hz. Peygamber'in neden deve üzerinde iki büklüm tevbe ettiğini hatırlamakta fayda var...)
Bu yüzden ordu bizim gözbebeğimiz değildir. Eğer illa gözbebeği metaforu aşındırılacaksa, millet ordunun gözbebeği olmalıdır. Çünkü ordu-millet ilişkisinde "göz bebeği" kadar savunmasız ve korunmaya muhtaç olan bir taraf varsa o da millettir, ordu değil. Milleti korumaksa zaten ordunun varlık sebebi olduğundan, bu vazifeyi yerine getirmesi ayrıca bir lütuf değil, işinin gereğidir. Ancak mantık silsilesi bir kere orduyu kayıtsız şartsız yüceleştiren bir noktadan başlatılınca, "milleti korumak" adı altında gizli hükmetme arzusunu "tarihi ve doğal bir görev" olarak gören başbuğların ve bu göreve koşan erlerin olması kaçınılmaz hale gelir.En başta Müslümanların mezkûr orduperest bakış açısını sorgulaması "her şeyi yerli yerine koymamız" icab eden adalet anlayışımızın gereğidir. Orduya ve mensuplarına hak ettiklerinden daha fazlasını yüklediğimiz takdirde, onların da yerini bilmemelerine karşı çıkmak hakkımız kalmaz.
hilal kaplan 02.09.2011 yeni şafak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder