NOBEL DEDİĞİN NEDİR Kİ?
XAVİ AYEN’İN YAZDIĞI, KİM MANRESA’NIN FOTOĞRAFLADIĞI ‘NOBEL’DEN DE ÖTE’ ADLI, NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLLÜ 16 YAZARLA SÖYLEŞİLER KİTABI DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANDI
Her edebiyat ödülünün sonrasında muhakkak bir tartışma olur. Bunların bazıları oldukça gürültülü olur, bazıları sessiz sedasız bir kenarda konuşulur. Belki de bu ödüller arasında, dünya çapında -olumlu veya olumsuz- en çok ses getireni Nobel Edebiyat Ödülü’dür. O yılın en güçlü adayı ödülü alamamışsa ilk önce onun üzerinden konuşulur ödül, sonra kazanan yazarın ülkesinde büyük tartışmalar olur. Orhan Pamuk, Nobel ödülünü kazandığı zaman çıkan tartışmaları bir hatırlayın… Oysa. Nöbel kazanan yazarların hayatlarında başka birçok şey var. Barselonalı gazeteci yazar Xavi Ayen, Nobel edebiyat ödülü kazanmış yaşayan 16 isimle evlerinde, yani kimilerine göre “fildişi kuleleri”nde bir araya gelerek onlarla hayatlarını, yazma tutkularını, yazıya olan bakışlarını, Nobel sonrası hayatlarında gerçekleşen değişimleri konuşmuş. Öyle ki konuştuğu bazı isimlerin en önemli ve ilk resmi açıklamaları veya son röportajları olmuş. Örneğin Marquez, artık yazmayacağını açıklamış, Necib Mahfuz kısa bir süre sonra hayata veda etmiş… Kimler yok ki kitapta: Wole Soyinka, Doris Lessing, Jose Saramago, Nadine Gordimer, Gao Xingjian, Gabriel Garcia Marquez, Günter Grass, Necib Mahfuz, Toni Morrison, V.S. Naipaul, Kenzaburo Oe, Derek Walcott, Orhan Pamuk, Wislawa Szymborska ve Dario Fo… Bazı bölümleri birlikte okuyalım…
—OYNAKBEYi—
- Wole Soyinka: “Nijeryalı Mandela olacağıma Hapishane Bakanı olurum”
Zaten hareketli bir renk, gürültü ve koku kaosu olan şehir pazarı Soyinka’nın adımını atmasıyla tam bir insan pazarına dönüşüyor. Kadınlar sevgilerini göstermek üzere ona, yaşlarına göre, “Baba!” ya da “Oğlum!” diye sesleniyorlar. Herkes cep telefonuyla fotoğrafını çekiyor, satıcılar ve müşteriler yaptıkları işleri bırakıyor, hatta bir çocuk Nobelli yazarın hareketini engelleyen inatçı bir keçinin kıçına bir tekme atıyor. Ona niçin “Nijeryalı Mandela” dedikleri ve pek çoğunun neden ülke başkanlığına aday olmasını istediği ortada. “Sonunda reddettim. Benim tabiatıma ters düşüyor. Özgürlük ve güç muhaliftir.” Kültür Bakanı? “Hayııır! O zaman dünyanın en sorunlu insanları olup hiçbir zaman tatmin olmayan sanatçılarla uğraşmam gerekirdi. Hapishane Bakanı olurum daha iyi…”
- Jose Saramago: “Ölümü hiç düşünmüyorum”
“Doğduğumda köyümdeki yaşam beklentisi 33 yıldı. İlk kez 17 yaşımdayken insanların aramızdan ayrılması gerektiğinin bilincine vardım. Bunun karşısında büyük bir panik yaşadım! Sokakta yürürdüm ve bu düşünce bir giyotin gibi aklıma düşerdi. Durur ve ‘Lanet olsun, lanet olsun, ölmem gerekiyor!’ diye haykırırdım. Ama bu saplantı aynen geldiği gibi gitti. Ve 84 yaşında ölümü düşünmüyorum. Dramatikleştirmemek gerekiyor; aile için sevimsiz bir durum oluşunu anlıyorum ama ne yapabiliriz ki… Sağlıklı olduğumdan muhteşem bir yaş olan 75’imdeymiş gibi yaşıyorum. Bazense yine fena bir yaş olmayan 62’mdeymiş gibi.
- Marquez: “Harika bir işim var: Yatakta kitap okumak”
“2005 yılını izin yılı olarak kullandım. Bilgisayar başına oturmadım. Tek satır bile yazmadım. Ayrıca ne bir projem var ne de bir projeye sahip olma düşüncem. Daha önce hiç yazmadığım olmamıştı, bu hayatımın yazmadan geçen ilk senesi. Her gün sabah 9’dan öğlen 3’e kadar çalışıyordum ve bunun pratiği kaybetmemek için olduğunu söylüyordum ama işin aslı sabahları başka ne yapacağımı bilemiyordum” diye anlatıyor.
“Peki, şimdi yapacak daha iyi bir şey buldunuz mu?”
“Harika bir şey buldum: yatakta kitap okumak! Daha önce okumaya vakit bulamadığım tüm kitapları okuyorum… Önceleri yazmadığım zaman her ne yaparsam yapayım bir dikkat dağınıklığı sorunu yaşadığımı anımsıyorum. Öğleden sonra 3’e kadar hayatta kalabilmek, sıkıntıyı atabilmek için bir aktivite uydurmam gerekti. Ama şimdi bu hoşuma gidiyor.”
“Harika bir şey buldum: yatakta kitap okumak! Daha önce okumaya vakit bulamadığım tüm kitapları okuyorum… Önceleri yazmadığım zaman her ne yaparsam yapayım bir dikkat dağınıklığı sorunu yaşadığımı anımsıyorum. Öğleden sonra 3’e kadar hayatta kalabilmek, sıkıntıyı atabilmek için bir aktivite uydurmam gerekti. Ama şimdi bu hoşuma gidiyor.”
- Günter Grass: “O kadar fakirdim ki, para Nobel’den daha önemliydi”
“Olanları anlatıyorum. Anneme Rus askerlerince, birkaç defa tecavüz edildiğini kız kardeşimden öğrendim. Annem askerlere ‘Beni alın; çocuğu rahat bırakın’ diyerek 14 yaşındaki kız kardeşimi korudu. Bu başka türlü anlatılabilir miydi? Bilmiyorum…
Bana Nobel verdiklerinde artık çok yaşlı olan annemi düşünmedim ama bunu Teneke Trampet’ten bölümler okuduğumda ve yazar dostlarım bana ödül olarak 4500 Mark verdiğinde yaptım ki bu, çok önemli, hatta Nobel’den bile daha önemliydi. Çünkü o zamanlar Paris’te yaşıyordum, çok fakirdim, tüberküloz olmama yol açan bir bodrum katında yazıyordum, bu para yazmaya devam etmemi sağladı. Bu annemin ölümünden yalnızca dört sene sonra gerçekleşti ve işte o an hayatta olmasını istedim.
Hiç bu son kitapta olduğu kadar çok okur mektubu almadım. Bana ne dediklerini biliyor musunuz? Sonunda torunları, büyükanne ve büyükbabalarıyla savaş hakkında konuşabildiklerini yazıyorlar… Bu, tüm polemiği ezip geçiyor. En travmatik olayları bile konuşmak, her şeyi dışarı çıkarmak lazım. Ben şu ana kadar bunu yapamadığımı ya da nasıl yapacağımı bilemediğimi kabul ediyorum ama sonunda yapmış olduğum için çok memnunum. Eskiden olduğum gençle konuşmak epey sevimsiz bir durum ama kendimi buna zorluyorum. Benim neslim bu konuyu hiçbir zaman aşamayacak, hiçbir zaman bunun bir sonu olmayacak. Bu konu hakkında yazmaya devam edeceğimi garanti ediyorum. Ağzımı açık tutmaya devam edeceğim. Ve düşmanlarım buna katlanmak zorunda kalacak.”
Bana Nobel verdiklerinde artık çok yaşlı olan annemi düşünmedim ama bunu Teneke Trampet’ten bölümler okuduğumda ve yazar dostlarım bana ödül olarak 4500 Mark verdiğinde yaptım ki bu, çok önemli, hatta Nobel’den bile daha önemliydi. Çünkü o zamanlar Paris’te yaşıyordum, çok fakirdim, tüberküloz olmama yol açan bir bodrum katında yazıyordum, bu para yazmaya devam etmemi sağladı. Bu annemin ölümünden yalnızca dört sene sonra gerçekleşti ve işte o an hayatta olmasını istedim.
Hiç bu son kitapta olduğu kadar çok okur mektubu almadım. Bana ne dediklerini biliyor musunuz? Sonunda torunları, büyükanne ve büyükbabalarıyla savaş hakkında konuşabildiklerini yazıyorlar… Bu, tüm polemiği ezip geçiyor. En travmatik olayları bile konuşmak, her şeyi dışarı çıkarmak lazım. Ben şu ana kadar bunu yapamadığımı ya da nasıl yapacağımı bilemediğimi kabul ediyorum ama sonunda yapmış olduğum için çok memnunum. Eskiden olduğum gençle konuşmak epey sevimsiz bir durum ama kendimi buna zorluyorum. Benim neslim bu konuyu hiçbir zaman aşamayacak, hiçbir zaman bunun bir sonu olmayacak. Bu konu hakkında yazmaya devam edeceğimi garanti ediyorum. Ağzımı açık tutmaya devam edeceğim. Ve düşmanlarım buna katlanmak zorunda kalacak.”
- Necib Mahfuz: “Gördüğüm düşleri yazıyorum”
Peki, Mahfuz artık nasıl yazıyor? diye soruyorum ve aldığımız cevap şöyle; “Bir hikâye düşünüyor, onu ezberliyor ve sonra dikte ediyorum.” “Nekahet düşleri”; düşsel deneyimlerini yansıtmaya çalışan metinler üzerinde çalışıyor. “Sağlık durumum buna elveriyor” diyor, “düşler insanın içinden doğuyor; bütünlüklerini kavramak için ne duymaya ne de görmeye gerek oluyor. Şu anda elimden bu geliyor. Başka deneyimlere ihtiyacım yok çünkü, zaten içsel bir deneyim yaşıyorum. Bir düş görüyor, onu gerçek gibi yaşıyor ve sonra bir romana benzer, bütün ve anlamlı bir şeye dönüştürüyorum. Her cümleyi ve her fikri özünü buluncaya dek damıtıyorum. Bazı eleştirmenler yazılarımı haikularla karşılaştırdı ama bu Japon şiirlerini yazanlar eserlerine istedikleri şekli verme özgürlüğüne sahipler. Benim durumum ise metinleri kısa tutmamı zorunlu kılıyor. Yalnızca kısa, yoğun hikâyeler yazabilirim ve her ne kadar tüm günü düşünerek geçirebilecek olsam da yorulduğum için bu işlem bir buçuk saatten uzun süremez.” Şu anki eserleri hakkında son derece mütevazı bir şekilde konuşsa da bazı eleştirmenler bu kısa parçalarla Mahfuz’un yeni bir edebi tür icat ettiğini yazdılar.
- Wislawa Szymborska: “Artık fotoğrafı çekilecek biri değilim”
Szymborska’ya ulaşmak kolay olmadı. Yemek odasındaki koltuğa oturup karşısına geçtiğimizde şartlarını sıralıyor:
“Öncelikle şiirden konuşmayı sevmiyorum. İkincisi Wislawa Szymborska’dan yani kendimden bahsetmeyi sevmiyorum. Üçüncüsü siyaset hakkında konuşmaktan hoşlanmıyorum. Geriye ne kalıyor? Sizlerle hayvanlar, bitkiler, aşk ve arkadaşlık üzerine konuşabilirim. Ne içmek istersiniz? Konyak mı martini mi? Bu beyefendi ne yapıyor? Fotoğrafçı mı? Ellerimi çekmesin lütfen; korkunç durumdalar; yaklaşık altı ay önce kırdım. Artık fotoğrafı çekilecek biri değilim. Ağzım hâlâ laf yapıyor ama sözkonusu fotoğrafsa…”
“Öncelikle şiirden konuşmayı sevmiyorum. İkincisi Wislawa Szymborska’dan yani kendimden bahsetmeyi sevmiyorum. Üçüncüsü siyaset hakkında konuşmaktan hoşlanmıyorum. Geriye ne kalıyor? Sizlerle hayvanlar, bitkiler, aşk ve arkadaşlık üzerine konuşabilirim. Ne içmek istersiniz? Konyak mı martini mi? Bu beyefendi ne yapıyor? Fotoğrafçı mı? Ellerimi çekmesin lütfen; korkunç durumdalar; yaklaşık altı ay önce kırdım. Artık fotoğrafı çekilecek biri değilim. Ağzım hâlâ laf yapıyor ama sözkonusu fotoğrafsa…”
- Gao Xingjian: “Ben bir kaçağım, kahraman değil”
Ne kapitalist ekonomi, ne de Nobel Ödülü bir şey değiştirdi. Aksine sansür daha da katılaştı: Artık adım internette bile yasaklı. Çin’e en son 1987 yılının sonlarında ayak bastım.
Kırılganım; siyasi güç beni her an ezebilir. Yazmaya devam etmemin tek yolu kaçmaktı. Ben bir kaçağım, kahraman değil. Bu kaçış olmasa beni bir hamamböceği gibi ezerlerdi. Muhalif bir imge yaratmak çok kolay ama ben öyle değilim, ben siyasi muhalefet yaratmadım. Yalnızca görevimi yerine getirmek ve özgür olma, gerçek insan varlığının temel şartlarını inkâr etmiş olan ve etmeye devam eden totaliter bir gücün sınırında yer almak için kaçmak zorunda kalan bir yazarım. Yaratmak için her zaman otoriteden uzaklaşmak, sürgüne gitmek gerekti. Bu, eski bir hikâyedir. Şair en büyük kaçış kahramanıdır ve çelişkili olarak kalıcı olan da onun sözcükleridir. Ben insanoğlunun kusursuz değil, kırılgan olduğu düşüncesinden yola çıkıyorum ve bu bana öğrenmek için gerekli olan tüm dürtüyü sağlıyor.
- Orhan Pamuk: “Başka bir dünyada olduğumu düşünüyorum”
Pamuk, İstanbul sokaklarının yaydığı eşsiz melankoliyi, “hüznü” benzersiz şekilde anlatıyor. “Nostalji duymuyorum, işin aslı korumak istediğim her şeyi kitaplarıma koyuyorum ve böylece yok olmalarını önlüyorum; bu, benim gelecek nesillere mirasım. Aslında böyle narsist olmamalıyım çünkü korkarım ki gelecekte iyi ya da kötü tüm yazarlar unutulacak.” Sokaklarda rastladığımız pek çok camiden birinde, Türkiye’deki Diyanet İşleri’nin Müslümanlar için yayınladığı bir duyuruyu görüyoruz. “Görüyor musunuz?” diyor Pamuk. “Burada bazı alışkanlıkların İslam geleneğiyle bağdaşmadığı, Kuran’da yer almadıkları yazıyor: kurban kesmek, başörtüsü takmak, ölüyü kefene sarmak, para saçmak gerekmiyor… Başka bir dünya olduğunu düşünüyorum evet, ama o dünya ellerimde tuttuğum kitapta var. Okuduğum hikâyelerin yoğunluğu sıradanlığa katlanmamı sağlıyor.”
- “Hayatımı yazma hakkım var”
“Peki, siz kendinizi Avrupalı hissediyor musunuz?”
“Bilmiyorum. Böyle düşünmüyorum. Öncelikle Türk gibi hissediyorum ve bir Türk kendisini hem Avrupalı hisseder, hem de hissetmez. Hıristiyanlığa değil de Rönesans’a, Aydınlanma’ya, modernliğe, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe’ dayalı bir Avrupa’ya inanıyorum… Benim Avrupam bu. Bunlara inanıyor ve bunların bir parçası olmak istiyorum. Ama Avrupa Hıristiyan uygarlığı ise, çok üzgünüm beyler, biz Türkler dışarıda kalıyoruz…” Pamuk yazınla radikal bir dürüstlükle yüzleşiyor; bu kendisinin belki de kıskanç veya başka kusurları bulunan bir insan olduğunu görmesini sağlıyor.
Hatta bu durum ağabeyinin ona kızmasına sebep oluyor. “İnsanların İstanbul kitabında onun beni dövdüğü bölümlerden hoşlanmadıklarını söylüyor. Onu sevip sayıyorum, iyi bir insan ve dünya çapında bir iktisat tarihçisi. Ama kitabımda geçen olaylar gerçekten oldu, bunların üstünü örtmek istemiyorum. Dolayısıyla bir şekilde ona zarar vermek zorunda kaldım. O dönem Türkiyesi’nde kardeşi dövmek normal bir şeydi, ki Akdeniz ülkelerinde bu hâlâ normaldir, İtalyan editörlerimin çocuklarının hepsi bunu yapıyor. Bu olay benim ruhumda bir iz bıraktı ve hayatımı yazma hakkım var.”
“Bilmiyorum. Böyle düşünmüyorum. Öncelikle Türk gibi hissediyorum ve bir Türk kendisini hem Avrupalı hisseder, hem de hissetmez. Hıristiyanlığa değil de Rönesans’a, Aydınlanma’ya, modernliğe, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe’ dayalı bir Avrupa’ya inanıyorum… Benim Avrupam bu. Bunlara inanıyor ve bunların bir parçası olmak istiyorum. Ama Avrupa Hıristiyan uygarlığı ise, çok üzgünüm beyler, biz Türkler dışarıda kalıyoruz…” Pamuk yazınla radikal bir dürüstlükle yüzleşiyor; bu kendisinin belki de kıskanç veya başka kusurları bulunan bir insan olduğunu görmesini sağlıyor.
Hatta bu durum ağabeyinin ona kızmasına sebep oluyor. “İnsanların İstanbul kitabında onun beni dövdüğü bölümlerden hoşlanmadıklarını söylüyor. Onu sevip sayıyorum, iyi bir insan ve dünya çapında bir iktisat tarihçisi. Ama kitabımda geçen olaylar gerçekten oldu, bunların üstünü örtmek istemiyorum. Dolayısıyla bir şekilde ona zarar vermek zorunda kaldım. O dönem Türkiyesi’nde kardeşi dövmek normal bir şeydi, ki Akdeniz ülkelerinde bu hâlâ normaldir, İtalyan editörlerimin çocuklarının hepsi bunu yapıyor. Bu olay benim ruhumda bir iz bıraktı ve hayatımı yazma hakkım var.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder