Etyen Mahçupyan
Travmanın arka planı
Dindar kesimde yaşanan özgüven yükselmesine zemin sağlayan
küresel post modern dönem, laik kesimde tam aksi yönde
bir etki yaratmış gözüküyor.
küresel post modern dönem, laik kesimde tam aksi yönde
bir etki yaratmış gözüküyor.
Hiçbir zaman modernliğin gereğini kavrayamamış,
onun relativist ayağını içselleştirememiş, sonuçta bireyselleşmeyi
kişisel farklılaşma ve fırsatçılık boyutuna indirgemiş olan geniş bir kitle,
modernliğin eleştirisini kendi güç kaybı olarak okudu
ve bunda epeyce haklıydı da.
Çünkü bu eleştiri demokrat zihniyetin içinden yapılmaktaydı
ve Türkiye’deki laik kesimin bu zihniyetle herhangi bir
kültürel bağı yoktu. Nitekim 1990 sonrasında laik kesimde
bir ayrışma başladı ve bugün kendisini ‘demokrat’ olarak
tanımlamaya eğilimli bir azınlık grup, sistemin içinden
ve aynı zamanda egemen sosyolojik kültürü hedefe koyarak
muhalefet yapar hale geldi. Diğer yandan küreselleşmenin
getirdiği sosyal hareketlilik, laik kesimin kültürel hegemonyası
altındaki kamusal alanın geçişken hale gelmesine neden olmaktaydı.
Böylece daha önce ‘temiz’ kalmış olan kamusal alanın,
‘ikincil’ kültürel grupların sızması sonucu adım adım ‘kirlenmesi’,
laik kesimin savunmaya çekilmesi, kendi hayat tarzını
korumayı temel alan bir direnç tavrı sergilemesiyle sonuçlandı.
Daha kritik olan gelişme ise laik kesimin içinden gelen
demokratların, bu süreçte ‘ötekilerin’ haklarını savunmaları
ve laik kesimdeki direnci entelektüel açıdan da yıpratarak
gayrı meşru hale getirmesi oldu.
Bütün bunlar son yirmi yıl içinde laik kesimin genelinde bir
özgüven kaybı yarattı. CHP’nin performansı bu özgüven
daralmasını destekledi. Nihayette beğenseler de beğenmeseler de,
kendilerini kültürel olarak laik kesimde gören herkes CHP’ye
mahkûm oldu ve bu parti Türkiye’nin meseleleri karşısında
gerçekten de çok aciz kaldı. Kısaca söylemek gerekirse
siyaset laik kesimin avuçları arasından kayıp gitti ve bu kitle
cumhuriyet tarihi boyunca belki de ilk kez kendisini
edilgen bir takipçi, hatta bir seyirci olarak buldu.
Bu durumun hazmedilmesi kolay değildi…
AKP’nin ilk döneminde askerin operasyon hazırlıklarına paralel
olarak direnç yükselirken, sonrasında bir uyum ve
uzlaşma arayışının da yeşermesine tanık olundu.
Diğer bir deyişle AKP’nin ilk dönem reformcu, sonrasında
‘tutucu’ olarak görülen yönetimi madalyonun bir yüzüdür.
Diğer yüzünde ise laik kesimin ve onunla birlikte
egemen kültürel kodları sahiplenenlerin davranış biçimi yatıyor.
İktidarın reformculuğu sadece bazı doğrulara sahip olmalarından değil,
‘hayatta kalma’ mücadelesinin de gereğiydi. Sonraki dönem ise
hem hayatta kalınacağını garantileyen, hem de gelecekteki
direncin yetersizliğine inanan bir iktidarın özgüven genişlemesini
yansıtıyor.
AKP hâlâ Türkiye’yi demokrasi yönünde dönüştürmeyi hedefliyor ama
onların demokrasi algısı demokrat zihniyet içinde değil,
ataerkil anlayış içinde şekilleniyor.
Bunda da garip bir şey yok… Doğrusu hiçbir zaman demokratlığın
içinden bakmamış olan laik kesimin içinden gelip, kamusal alana
bile sokulmamaya çalışılmış bir kesimden demokrat yönetim beklemek
garip bir psikolojiyi yansıtıyor. Bu tespit AKP’ye yöneltilen eleştirilerin
yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Demokrat bir bakış açısıyla
bakıldığında iktidarın büyük bir savrulma yaşadığı ama
övgü alma ihtiyacından da kurtulamadığı görülüyor.
Bu durum hem demokratikleşmenin durmasını, hem de bunu
idrak etmektense, gerilimi kişilik meselesi yapmaya hevesli
bir iktidarı ima ediyor.
Hükümetin müdanasızlığı bugün bir çekim alanı oluşturmakta ve
laik kesimin kalemleri AKP eleştirisini temel konu haline getirmiş durumdalar.
Ancak bu eleştirilerin fazla bir hükmü yok…
İktidarın farklı bir yöne gitmesi veya ‘toparlanması’
İslami kesimden gelecek talep ve uyarılara bağlı.
Dolayısıyla eğer AKP’nin tutumunda bir değişiklik isteniyorsa,
önce İslami kesimin etkilenmesi, onların kulaklarına hitap edilmesi gerekiyor.
Ve bu da AKP’yi ‘anlamayı’, en azından mesafeli ve
serinkanlı durmayı şart kılıyor… Aksi halde AKP eleştirisi giderek
iktidarla aynı ruh halini ve egoyu paylaşma anlamını taşıyabiliyor
ki bu da eleştirinin doğru olan içeriğini boşa çıkarıyor.
Laik kesimdeki özgüven daralması AKP’yi bizzat bu âlemde de büyüttü ve
tek referans haline getirdi. Oysa siyaset sadece AKP ile ve onun etrafında
dönmüyor. Çünkü bu partinin aldığı tutumların çoğu ilkesel olmayıp,
değişen durumlara verilen taktiksel tepkileri ifade etmekte.
O nedenle siyasi açıdan olmasa da kültürel bağlamda ‘laik’ olan
kalemlerin, örneğin CHP’yi adam etme çabası çıkaracaklarına
AKP’ye adam olmadığını hatırlatma gayretleri, bir süre sonra sadece
kendilerini anlatan bir psikolojik uğraşa dönüşüyor.
Demokratlar AKP’yi demokrat olduğu için desteklemedi...
Kendileri demokrat oldukları için, ülkeyi bu yönde götürme şansı
daha çok olan partinin arkasında durdular. Eğer iktidar bu yönde gitmiyorsa
o desteği geri çekerler ve eğer varsa başka bir partiyi desteklerler.
Ama işin bam teli de tam burası… Bu AKP’ye rağmen demokrasi yönünde
gidebilecek, kalıcı sorunları çözmeye niyetli,
daha umut verici bir parti yok. Yaşanan travmanın nedeni de bu...
onun relativist ayağını içselleştirememiş, sonuçta bireyselleşmeyi
kişisel farklılaşma ve fırsatçılık boyutuna indirgemiş olan geniş bir kitle,
modernliğin eleştirisini kendi güç kaybı olarak okudu
ve bunda epeyce haklıydı da.
Çünkü bu eleştiri demokrat zihniyetin içinden yapılmaktaydı
ve Türkiye’deki laik kesimin bu zihniyetle herhangi bir
kültürel bağı yoktu. Nitekim 1990 sonrasında laik kesimde
bir ayrışma başladı ve bugün kendisini ‘demokrat’ olarak
tanımlamaya eğilimli bir azınlık grup, sistemin içinden
ve aynı zamanda egemen sosyolojik kültürü hedefe koyarak
muhalefet yapar hale geldi. Diğer yandan küreselleşmenin
getirdiği sosyal hareketlilik, laik kesimin kültürel hegemonyası
altındaki kamusal alanın geçişken hale gelmesine neden olmaktaydı.
Böylece daha önce ‘temiz’ kalmış olan kamusal alanın,
‘ikincil’ kültürel grupların sızması sonucu adım adım ‘kirlenmesi’,
laik kesimin savunmaya çekilmesi, kendi hayat tarzını
korumayı temel alan bir direnç tavrı sergilemesiyle sonuçlandı.
Daha kritik olan gelişme ise laik kesimin içinden gelen
demokratların, bu süreçte ‘ötekilerin’ haklarını savunmaları
ve laik kesimdeki direnci entelektüel açıdan da yıpratarak
gayrı meşru hale getirmesi oldu.
Bütün bunlar son yirmi yıl içinde laik kesimin genelinde bir
özgüven kaybı yarattı. CHP’nin performansı bu özgüven
daralmasını destekledi. Nihayette beğenseler de beğenmeseler de,
kendilerini kültürel olarak laik kesimde gören herkes CHP’ye
mahkûm oldu ve bu parti Türkiye’nin meseleleri karşısında
gerçekten de çok aciz kaldı. Kısaca söylemek gerekirse
siyaset laik kesimin avuçları arasından kayıp gitti ve bu kitle
cumhuriyet tarihi boyunca belki de ilk kez kendisini
edilgen bir takipçi, hatta bir seyirci olarak buldu.
Bu durumun hazmedilmesi kolay değildi…
AKP’nin ilk döneminde askerin operasyon hazırlıklarına paralel
olarak direnç yükselirken, sonrasında bir uyum ve
uzlaşma arayışının da yeşermesine tanık olundu.
Diğer bir deyişle AKP’nin ilk dönem reformcu, sonrasında
‘tutucu’ olarak görülen yönetimi madalyonun bir yüzüdür.
Diğer yüzünde ise laik kesimin ve onunla birlikte
egemen kültürel kodları sahiplenenlerin davranış biçimi yatıyor.
İktidarın reformculuğu sadece bazı doğrulara sahip olmalarından değil,
‘hayatta kalma’ mücadelesinin de gereğiydi. Sonraki dönem ise
hem hayatta kalınacağını garantileyen, hem de gelecekteki
direncin yetersizliğine inanan bir iktidarın özgüven genişlemesini
yansıtıyor.
AKP hâlâ Türkiye’yi demokrasi yönünde dönüştürmeyi hedefliyor ama
onların demokrasi algısı demokrat zihniyet içinde değil,
ataerkil anlayış içinde şekilleniyor.
Bunda da garip bir şey yok… Doğrusu hiçbir zaman demokratlığın
içinden bakmamış olan laik kesimin içinden gelip, kamusal alana
bile sokulmamaya çalışılmış bir kesimden demokrat yönetim beklemek
garip bir psikolojiyi yansıtıyor. Bu tespit AKP’ye yöneltilen eleştirilerin
yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Demokrat bir bakış açısıyla
bakıldığında iktidarın büyük bir savrulma yaşadığı ama
övgü alma ihtiyacından da kurtulamadığı görülüyor.
Bu durum hem demokratikleşmenin durmasını, hem de bunu
idrak etmektense, gerilimi kişilik meselesi yapmaya hevesli
bir iktidarı ima ediyor.
Hükümetin müdanasızlığı bugün bir çekim alanı oluşturmakta ve
laik kesimin kalemleri AKP eleştirisini temel konu haline getirmiş durumdalar.
Ancak bu eleştirilerin fazla bir hükmü yok…
İktidarın farklı bir yöne gitmesi veya ‘toparlanması’
İslami kesimden gelecek talep ve uyarılara bağlı.
Dolayısıyla eğer AKP’nin tutumunda bir değişiklik isteniyorsa,
önce İslami kesimin etkilenmesi, onların kulaklarına hitap edilmesi gerekiyor.
Ve bu da AKP’yi ‘anlamayı’, en azından mesafeli ve
serinkanlı durmayı şart kılıyor… Aksi halde AKP eleştirisi giderek
iktidarla aynı ruh halini ve egoyu paylaşma anlamını taşıyabiliyor
ki bu da eleştirinin doğru olan içeriğini boşa çıkarıyor.
Laik kesimdeki özgüven daralması AKP’yi bizzat bu âlemde de büyüttü ve
tek referans haline getirdi. Oysa siyaset sadece AKP ile ve onun etrafında
dönmüyor. Çünkü bu partinin aldığı tutumların çoğu ilkesel olmayıp,
değişen durumlara verilen taktiksel tepkileri ifade etmekte.
O nedenle siyasi açıdan olmasa da kültürel bağlamda ‘laik’ olan
kalemlerin, örneğin CHP’yi adam etme çabası çıkaracaklarına
AKP’ye adam olmadığını hatırlatma gayretleri, bir süre sonra sadece
kendilerini anlatan bir psikolojik uğraşa dönüşüyor.
Demokratlar AKP’yi demokrat olduğu için desteklemedi...
Kendileri demokrat oldukları için, ülkeyi bu yönde götürme şansı
daha çok olan partinin arkasında durdular. Eğer iktidar bu yönde gitmiyorsa
o desteği geri çekerler ve eğer varsa başka bir partiyi desteklerler.
Ama işin bam teli de tam burası… Bu AKP’ye rağmen demokrasi yönünde
gidebilecek, kalıcı sorunları çözmeye niyetli,
daha umut verici bir parti yok. Yaşanan travmanın nedeni de bu...
25 Ekim 2012, Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder