aşağıdaki ödev 2013 yılında tarih metodoloji dersinde sunum ödevi olarak hazırlanmış ödevin bir örneğidir.
Her zaman yaptığımız açıklamanın tam tersine sayın okuyucu unutmamalısın ki burda geçen bilgilerde akademik kurallara mümkün olduğunca uyulmaya çalışılmıştır,ama gözden kaçanlar mutlaka olmuştur bu noktada görmezden gelme demiyorum ama üzerimize de çok fazla gelme diyorum birde yapacağımız bir hatanın çalıntı muamelesi görmesi muhtemel olabilir fakat lisan talebesi (kaçıncı lisan ?) için mazur görmenizde faydalı olacağı kanısındayım.
Ayrıca isminden de anlaşılacağı gibi yazıda iki şahıs üzerinden Türkiye de ki bir olgu değerlendirilmeye çalışılmıştır. Gene her zaman yaptığımız uyarıyı tekrarlıyoruz, alıntılar dışındaki yorumlar tamamen mehmet talha gürbüz'ün fikir dünyası süzgecinden geçerek onun mantığına göre yorumlanmış bir üründür. bunu lütfen unutmayınız. katılırsınız yada katılmazsınız o bizi alakadar etmemektedir. ayrıca ben yazdım oldu mantığına girecek çapımız olmadığı için size göre değerlendirme hatası yaptığımız yerler için bize ulaşabilirsiniz.
Cemaleddin Efgani ve Said HalimPaşanın Türkiye de İslamcılığa Etkileri
19.
yüzyıl’ın ilk çereğinden itibaren İslam Dünyası için asırlardır hür ve galip
yaşadıkları dünyada, yenilgilerin, sömürgeleştirme hareketlerinin doruk
noktasına çıktığı, Batının sanayi devriminden sonra yaşadığı teknik ilerlemenin
yakalanamadığı, bilim ve dinde etkisi günümüze kadar uzanan sert tartışmaların
öncüsü olacak kıvılcımların ilk çaktığı gerilemenin artık yavaş yavaş yenilgiye
doğru gittiğinin apaçık seçildiği bir dönemi ifade eder. Müslümanlar daha 1
asır öncesine kadar dünyadaki en büyük üç devletin (Osmanlı, Safeviler ve
Babürler) sahipleri konumunda iken, esen rüzgarların getirdiği bir asır içerisinde
Müslüman coğrafyasına hükmeden devletlerinden Safeviler ve Babürler’in
yıkılarak müstemleke haline getirildiği, Osmanlı İmparatorluğunun ise
topraklarının özellikle gayri müslüm nüfusunun yoğun yaşadığı yerlerin bir
çoğunu kaybedip geriye kalan bölgelerinde de isyanların ardı arkasının
kesilmediği bir ülke haline dönüşmüştür.
“19. yüzyılda Batı’dan gelen askeri, siyasi
kültürel tehdidin yeşerdiği ve güçlendiği zemin çok farklıdır. Müslümanlar her
bakımdan geri ve zayıf durumdadır. Skolastik medrese eğitimi, İslam düşüncesini
de zayıflatmış ve verimsiz hale getirmiştir. Askeri ve siyasi alandaki
mağlubiyetleri hafifletecek bir medeniyet hamlesinin altyapısı canlı bir fikir
ortamı yoktur. Gelenek her şeyin üstünde, Müslüman toplumları kıskacına almıştır.
Bütün şartlar, Batı’nın karşı konulmaz girişinin yaratacağı tahribatları
onarmada olumsuzdur.”[1]
19.yüzyıl’ın son çeyreğinde bağımsız tek
müslüman devlet konumunda olan Osmanlı Devleti, İslam dünyasındaki münevver
kesimin buluşma ve uğrak yeri olmuştur. O güne kadar genelde bir çoğu dışa
kapalı toplumlar olarak hayatlarını idame ettiren Müslümanlar, yaşadıkları bu
olumsuz şartlardan kurtulabilmek için çözüm arayışına girmişler ve o güne kadar
üstü örtülüde olsa kullanılan “İttihad-ı İslam”(İslam birliği) kavramı tekrar
ortaya atılmıştır. Sömürgecilerin misyonerler vasıtasıyla ön plana çıkardıkları
din faktörüne karşılık, gelişen ve yaygınlaşan iletişim ağlarına yönelmişler ve
İslam Dünyasını birbirinden haberdar etme çabasına girişmişlerdir.[2]
“Bu son derece
karanlık tabloya rağmen Müslümanlar, bu tarihin kritik kesitinde inançlarına ve
maddi varlıklarına yönelmiş. Batı tehdidine başarıyla karşı koymuşlardır.
Gerçekten insanı şaşkınlığa çeviren bir canlılıkla Müslümanlar Batı’ya
direnmişler ve itikadi ve siyasi ideallerini bitmez tükenmez bir enerji ile
müdafaa etmişlerdir. İslamiyet bu müdafaanın hem konusu hem de kalkanı
olmuştur. Her alanda zayıf olan Müslümanlar batı karşısında İslamiyetle güç kazandıklarını
fark etmişler, dini mukavemetlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Dünyadaki
yaygın dinin mensuplarından hiçbirinin Müslümanların gösterdiği direnci
gösterememeleri hem İslamiyetin anti emperyalist bir ideoloji olarak güçlenen
konumunu, hem de Müslümanların başarısını göstermektedir. Müslüman
toplumlardaki despot yönetimlerin eleştirisi, eşitlikçi ve halkçı idealler 19.
Yüzyılın paradigması olan ilerleme fikri ve Müslümanların Pan
İslamizm(İttihad-ı İslam) fikri etrafında tıpkı batı milletleri gibi bir millet
haline getirme çabaları, yeni ortaya çıkan Müslüman aydınların fikir
ürettikleri alanların özetidir.”[3]
Cemaleddin Afgani
Hayatı
1928 yılında Esedabad kentinde doğan Efgani
hakkında milliyeti ve mezhebi ile ilgili çeşitli tartışmalar mevcuttur. Devrin
şartlarına göre iyi bir eğitim görmüş, 18 yaşına kadar Kabil de kalmış ardından
hindistan’a geçmiş, burada kaldığı 2 yıl içerisinde Avrupa bilim ve edebiyatı
ile tanışmış, eskiden beri kafasında tanıştığı ıslahat fikri güç kazanmıştır.
Hac farizası esnasında yolda görüp geçirdikleri ile Haremeyn merkezli bir İslam
birliği fikri filizlenmeye başlamıştır.
Hac dönüşü ülkesi Afganistana dönmüş, kısa
bir süre başvezirlik yapsada ülkesinde iktidar değişikliği ve sömürgeci
İngilizlere karşı halkı uyarması üzerine yapılan baskılar neticesinde
ülkesinden ayrılmıştır. İkinci defa geldiği Hindistanda, halkı İngilizlere
karşı uyarması ve cesaretlenmesi üzerine İngiliz yönetimi tarafından ülkeyi
terk etmesi bildirilmiş, kendiside Hindistan’dan Mısır’a geçmiştir. Mısır da
iken, Sultan Abdülaziz tarafından yapılan bir davet üzerine İstanbul a gelmiş.
İstanbul da Darul Fünun’un açılışında Nübüvvet
ve sanat ile ilgili sarfettiği sözler ve yanlış anlaşılmalar neticesinde
İstanbul’u terk ederek ikinci defa Kahire’ye yerleşmiştir. 8 yıl kaldığı Mısır
durağından sonra tekrar Hindistan’a dönmüştür. Hindistandan kısa bir süre sonra
sömürge yönetiminin baskısı nedeniyle bir kez daha ayrılan Efgani önce
Londra’ya ardından Paris’e geçmiştir. Avrupada çıkardığı gazete ile şöhreti ve
itibarı artan Efgani bir müddet sonra İran’a geçmiş, fakat kısa bir süre sonra
kendisini çağıran İran şahı ile halkın da yönetime katılması noktasında yaptığı
telkinler yüzünden ters düşerek İran’ı terk edip Osmanlı devleti sınırları
içerisinde bulunan Basra’ya geçsede burada da kısa bir süre kaldıktan sonra
tekrar Londra’ya geçmiş ve son olarak Londra’nın Londra Sefiri Rüstem Paşa
tarafından İstanbul’a davet edilmiştir. Cemaleddin Efgani İstanbulda sıcak bir
ilgi ile karşılanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra dışarıdan ve içerden yapılan
telkinler neticesinde Sultan ile arasındaki bağ zayıflamıştır. İstanbulda
zorunlu bir ikamete tabi tutulmuş ve ölünceye kadar da İstanbuldan ayrılmasına
izin verilmemiştir. Efgani yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak
1897’de vefat etmiştir. Cenazesi 1944
yılında Afganistan hükümetinin isteği üzerine ülkesine nakledilmiştir. [4]
Fikirleri
ve Etkisi
Batılıların İslam ülkelerinin büyük bir
kısmını sömürge haline hetirdikleri siyasal ve kültürel hakimiyet altına
aldıkları, cehalet, bidat ve hurafelerin Müslümanları dinin özünden uzaklaştırıldığı
bir dönemde doğup, büyüyen, değişik hocalardan bir çok ilim ve irfan merkezinde
ders alarak zamanına göre iyi bir eğitim gören
Cemaleddin Efganinin inanç ve düşünce dünyası bu maddi ve manevi iklim
şartları iklim şartları içinde oluşmuş ve gelişmiştir.[5]
Cemaleddin Efgani
İslam ümmeti için kurtuluş yolunu ararken önce dinin etkisini araştırmış, ilk
asırlardaki büyük hamleyi, fetihleri, ilim, kültür ve medeniyet alanlarındaki
katedilmiş mesafeleri, atılmış dev adımları örnek göstererek gerilemede dinin
-doğru anlaşılan ve yaşanan dinin- etkili olmadığını tesbit etmiş, sonra
duraklama ve gecikmenin sebeplerini bulmaya çalışmıştır.
Ona göre bunla; Hilafetin
Saltanata dönüşmesi, sözde halifelerin ilim ve ictihaddan uzaklaşarak isim
ve merasimle yetinmeleri, ümmetin birden fazla halife etrafında toplanarak
dağılma ve bölünmeleri, Din ve Kavmiyet bir
toplumu ayakta tutan iki önemli güç olduğu halde, her ikisinin de zayıflaması,
halifelerin yabancıları devlet hizmetinde istihdam etmeleri, Hicri üçüncü ve
dördüncü asırlarda zındıkların ve Batınilerin ümmete soktukları batıl inançlar ve safsatalar, Cebir inancının
yaygınlaşması ve Müslümanların heyecan hamlelerinin durması, Hz. Peygamber’e
nispet edilen uydurma hadislerin ve
israiliyyatın, din kisvesine bürünmüş hainler tarafından kitaplara sokulması
ve böylece Müslümanların temiz inançlarının kirletilmesi, Eğitim ve Öğretimin bu menfi, durdurucu ve geriletici etkileri
ortadan kaldıracak güçte ve yaygınlıkta olmaması, Doğudan Moğol, Batıdan Haçlı İstilalarının getirdiği zararlar,
tahribatlar ve bezginlikler, İlim ve amel bakımından İslamdan uzaklaşan Müslümanların bölünüp dağılmaları, alimlerin
birbirinden kopmaları, toplulukların kardeşlik duygusuna bağlı tesanüt ve
yardımlaşmayı terk etmeleri…
Hastalığı bu amiller doğurduğuna göre tedavide
bunların göz önüne alınması şarttır. Çeşitli zamanlarda denenmiş bulunan
”Gazete ve dergi çıkarma, her yerde okullar açarak ileri ülkelerin ilim ve
medeniyetlerini yetişenlere aktarma, şehircilik, mimari, kılık kıyafet, hayat
tarzı konunlarında Batı’yı taklit” gibi reçeteler yanlıştır, yetersizdir.
Hastalık ümmetin zihniyet, inanç ve ahlakındadır. Çare zihniyette, inançta ve
ahlakta, Müslümanları dünyaya örnek ve hakim kılan çağlara; yani saf İslam a ve
Kuran’a dönmektir. Bu dönüş yaygın bir eğitimle olacak, kadın ve aileden
başlayacak, hasbi fedakar şahıslar ve kurumlarca yürütülecektir. Kendileri iyi
yetişmiş analar, çocuklarının ilk öğretici ve eğiticisi olacaklar, okul çağında
çocuklar özel okullarda eğitilecek(resmi okulların programları güdümlüdür ve
yeterli değildir).Okullar ruhu ve bedeni sağlıklı insanlar yetiştirecek şekilde
kurulacak, teorik eğitim yanında pratiğe önem verilecektir. Batılılar, İslam
ülkelerinde milli eğitime karşı olduklarından menfi propaganda yapmakta,
Müslümanların dillerinin fakir ve edebiyatlarının yok ve ya ilkel olduğunu
ileri sürmektedirler. Halbuki “dili olmayan bir milletin(kavmin)
rabıtası(camiası)yoktur, edebiyatı olmayan bir kavmin dili yoktur, tarihini
koruyan, geçmişlerini ihya eden ve
bunları örnek alarak sunan adamları olmayan bir kavmin tarihi yoktur.[6]
Cemaleddin Afganinin
üzerinde durduğu bir başka mevzu ise “kavmiyet baği milliyet
duygusudur.”Kavmiyet bağının yaratılıştan değil, mensubiyet ve eğitimden gelir,
ancak kararında olduğu ve din bağına tabi bulunduğu takdirde, onu korumak ve
beslemek gerekir.
Müslümanları
asırlardır bir ümmet kılan, yönetimde bir kavmin diğer kavme ve bu kavimlerden
olan yöneticiye tabi olmasını sağlayan hep bu din bağı olmuştur. Sömürgeci,
Müslümanları ayakta tutan bu bağı keşfedince, önce kavmiyet bağını körüklemeye
ümmeti bölmeye çalışmışlar, işbirlikçilerini de kullanarak dinine ve milletine
bağlı olanları tassupla suçlamışlardır. Müslümanlar tassub suçlamasından
korkmamalı önce dinlerine sonra da ümmet birliğine zarar vermeyecek biçimde
kavmin değerlerine sımsıkı sarılmalıdır. Kavim asabiyeti din asabiyetini
geçtiği ve ümmetin birliğine, dayanışmasına zarar verdiği zaman meşruiyetini
kaybeder.[7]
Efganinin üzerinde durduğu en önemli ıslahat
programı ise İttihad-ı İslam(İslam Birliği)’ın kurulmasıdır. Kendisi bu fikrin
mucidi olmamakla beraber bu fikriyatın tesisi edilmesi ve yayılmasında pek çok
emeği geçmiştir.
İslamcılar ile teması
İslamcılık akımı 2. Meşrutiyet sonrasının en
güçlü ideolojik akımıdır. Bunda 2.Abdülhamid Han’ın izlediği siyasetinde payı
vardır. Batı’nın kültürel alanda kurduğu üstünlük ve dönemin moda hristiyan
Müslüman zıtlığı çerçevesinde tedafüi(apolojetik) ve reddiye türünden
edebiyatın ne kadar yaygınlaştığı malumdur. Bu çabalar İslam’ın dünyevi
yorumlarıyla zenginleşerek eskilerin bozulmayı İslam’dan uzaklaşmanın
neticeleri olarak görmelerinden ilham alarak yeni bir İslam’a dönüş hareketi
başlattı. Bu akımın üzerinde en fazla durduğu konu ilim ve teknikte üstünlüğü
tartışmasız olan Batı’dan müspet ilimlerin İslam’ın özüne dokunulmadan
alınabileceğiydi. İslam özünde, ilmin gelişmesine ve teknik ilerlemenin
kabulüne müsait bir dindi. Ayrıca İslam başka hiçbir bağlılığa ihtiyaç
hissettirmeden, toplumu ümmet çatısı altında tutan ve ahenkli bir şekilde
yaşatan siyasi bir birliği de vaz ediyordu.[8]
İslamcıların ideolojik tezlerini,
geliştirdikleri dönem Türkçülük akımının yeni yeni güçlenmeye başladığı, batıcı
akımın entelektüel bir ağırlığa ulaştığı bir dönemdir. Bu yüzden ikinci
meşrutiyetin demokratik şartlarında İslamcılar kendi dışlarında geliştirilen
tezlerle sıkı bir mücadeleye girmişlerdi. Yine de dönemin ideolojik manzarasını
su geçirmez kaplar biçiminde düşünmek yanlış olur. Ülgenerin dediği gibi tükçü
İslamcılar olduğu gibi, İslamcı batıcılar da değişik akımlar arasında kesişme
noktalarını ifade ediyorlardı. Volkan, Saday-ı Hak givi vülgarize İslamcı
yayınlar yanında entelektüel bir kesime hitap eden Sırat-ı Müstakim gibi
dergiler Afgani’nin İslam modernizmi ve İslam birliği düşüncesinden
faydalanmışlardır.[9]
Mehmet Akif Ersoy ve
Afgani
Türkiye
deki İslamcılık düşüncesinin kaynaklarından biri olan Mehmet Akif’in Cemaleddin
Afgani’nin Nişantaşında ki konağına devam edip etmediğine konusunda herhangi
bir malumat yoktur. Ama Mehmet Akif’in Afgani’ye olan teveccühü onun talebesi
olan Muhammed Abduh vasıtasıyla edindiği düşünülmektedir. Hatta bu konuda Abduh
ile Cemaleddin Afgani’nin fikirlerini, Mehmet Akif’in 1. Safahat’tan sonra neşrettiği bütün eserlerinde bulmak
mümkündür.[10]
M.
Akif Ersoy, Efgani’nin doğunun yetiştirmiş olduğu en yüksek fıtratlardan
olduğunu belirtir. Ve onun Darulfünun nutkundan dolayı İstanbul’dan
uzaklaştırılma sebebi olarak Şeyhulislamın onun fikirlerini özel menfaatlerine
aykırı görme sebebine bağlar[11]
Mehmet Akif
Cemaleddin Afganiye verdiği önem ve değeri safahat adlı eserinde yazığı bir
şiirlede dile getirmiştir.
“Galiba söylediğim yoktu? Evet hiç yoktu
Mısırın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu,
Konuşurken neye dairse Cemaleddinle,
Der ki tilmizine Afganlı
-
Muhammed dinle” [12]
Mehmet Akif, Cemaleddin Afgani hakkında iki makale kaleme
almıştır. Bunlardan biri Afgani’nin Darulfünun konferansı vesilesiyle ona
yöneltilen hücumlara karşı yazılmıştır.
Akif’in ikinci makalesi Cemaleddin ve Abduh’a
yöneltilen ”Vahhabilik” suçlamasına bir
cevap mahiyetindedir. Akif buna cevap verirken Müslümanların meşrebini beğenmedikleri insanları kolaylıkla bu
sıfatla karaladıklarını söylüyor arkasından da şeyhe övgüler sıralamıştır.[13]
Şemsettin
Günaltay ve Afgani
Cemaleddin
Afgani’nin modern çağda İslamiyetin yeni bir düşünce ve proje olarak ortaya
konulmasında büyük payı vardır. O hürriyet, milliyet, kendine güven ve
hak-adalet konularında değerli tespitlerde bulunmuş zamanın birçok önemli
ismini etkilemiştir[14]. Bunlardan biriside Sebilürreşad dergisinin yazarlarından ve daha
sonraları Türkiye Cumhiriyetinde Başbakanlık yapacak olan medrese kökenli
Şemsettin Günaltay’dır.
Sebilürreşad’ın
ateşli yazarlarından Şemsettin Günaltayı Sabri Ülken, modernist ve
Türkçü-İslamcı olarak niteliyor. Günaltayın Afgani hakkındaki görüşlerinin
oldukça aşırı olduğunu görüyoruz; ”… Şeyh peygamber kadar şayan-ı hürmet, ona
itiraz edenler Ebu Cehil kadar lanete müstehaktır. Çünkü Şeyh Peygamberin
zamanındaki İslamlığı yeniden diriltmeye kalkmıştır.[15]
Şemsettin Günaltay, İslam ülkelerinin büyük
bir inkiraz içinde olduğunu belirttikten sonra, bunun sebebini yükselme
dönemlerindeki müspet ilimler ve felsefeye olan ilginin yok olmasına bağlar.
Günaltay bu düşünceye Afganini talebesi olması hasebiyle ulaştığını da belirtir
ve şöyle ifade eder: “ Müslümanlar İslamiyeti kaybetmiş, din adına hurafelerin
esiri olmuşlardı.” Günaltay Efganinin tıpkı İbn Sina gibi İslamiyeti ihyaya
kalkıştığını, bunun içinde hilafet merkezini seçtiğini ifade eder; İslam
ufuklarını kaplayan hurafe bulutlarını dağıtacak, hakiki dini, bütün şaşaasıyla
meydana çıkaracak nurlu dimağları İstanbul da bulabileceğini zannediyordu…
İstanbul’a geldi. Fakat maatteessüf umduğunu bulamadı. Aksine tahkire, tezyife,
hatta tekfire maruz kaldı. Dinden habersiz kara cahiller, Ebu Cehil’in
Peygamberi tahkire yeltenmesi, Şeytan’ın Ademi tezyife kalkışması gibi, İslam
dünyasının bu büyük dahisini tekfir etmek cesaretini gösterdiler… cemaleddin bu
hal muvacehesinde titredi, köpürdü. Çünkü beslediği tatlı ümitler esnasında
yıkılmıştı. Hilafet merkezi bu halde olunca İslam dünyası için kurtulmak ümidi
beslemek muhal bir şeyi istemek demekti.”Günaltay ayrıca Afgani’nin ektiği
tohumların meyvelerini verdiğini, Müslümanlarda uyanışın başladığını,
hurafeleri görecek, hurafeperestleri susturacak, hakiki dini meydana çıkarmak
gereğine inanan dimağların yetiştiğini söyler.[16]
Şemsettin Günaltay
yukarıdaki bu sözlerini bizzat Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra yerine
kurulan Türkiye Cumhuriyetinde Başbakanlığı esnasında yaptığı faaliyetler ile
büyük destek olmuştur!
Said
Halim Paşa Hayatı
Said Halim paşa
1863’de Mısırda doğdu. Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunu ve Vezir Halim
Paşanın oğludur. Yüksek tahsilini İsviçrede siyasi ilimler dalında tamamlamış,
Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrenmiştir. Yüksek Öğreniminin ardından
İstanbul’a gelmiş, çeşitli kurumlarda görev aldıktan sonra Rumeli
Beylerbeyliğine getirilse de, sultan 2. Abdulhamid ile anlaşamayınca Avrupaya
gitmiş, burada Jön Türklere maddi ve fikri yardımlarda bulunmuş, 2.
Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbula tekrar dönmüş çeşitli devlet
kademelerinde vazife aldıktan sonra İttihat Terakki Cemiyetinin sekreterliğine
getirilmiş, Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesinden sonra Sadrazamlığa
getirilmiş, zamanla İttihat Terakinin ileri gelenleri ile aralarının açılması
üzerine 1917’de sıhhi gerekçelerden dolayı görevden istifa etmiştir.
1.Dünya Savaşının
sonunda işgal kuvvetleri tarafından harp mesullerinden biri olarak Malta’ya
sürgün edilmiş, sürgün sonrası İstanbul’a dönmek istese de İşgal güçleri
tarafından dönüşüne müsaade edilmemiş. 1921 yılında Roma da bir ermeni
tarafından şehid edilmiş, Naaşı İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Türbesi
haziresine defnedilmiştir.[17]
Said
Halim Paşanın fikriyatı ve etkileri
Said Halim Paşa, İslamda cemiyet ahlakı ve
hayatı, hürriyet, eşitlik, yardımlaşma ve sosyal sınıflar, demokrasi, vatan
kavramı, İslam Hukuku, anayasa, devlet idaresi, gelişme ve geri kalmışlık, eski
ve yeni aydın, Müslüman aydını, batılılaşma taraftarı aydın gibi konulardaki
görüşlerini 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren büyük ölçüde hristiyan Batının
sömürgesi haline gelen İslam dünyasının bu durum karşısında ezikliğinin
giderilmesi amacını taşıyan bir idealleştirme gayreti içinde anlatır. Mazi’nin
yüce ve üstün halinde halihazırın perişanlığına teselli aranması o dönemdeki
bir çok düşünürün takip ettiği bir yol olmuştur. Fakat Batılılaşmanın hedef
olarak gösterilmesi de hemen hemen hepsinin iştirak ettiği ortak bir kanaattir.
Paşa da”Milletçe ilerlemek ve yükselmek için mutlaka batılılaşmamız gerekir,
kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkumuz” demekle beraber
edinilen tecrübelerden hareketle Batı medeniyetinden gerçek anlamda istifade
edilmesinin onu aynen uygulamaya sokulmasıyla mümkün olmadığını ileri sürer,
dolayısıyla Avrupa medeniyetinin”millileştirerek” kendimize uygun hale
getirilmesi gerektiği kanaatindedir.[18]
Said Halim Paşa, İslam birliği idealini ön
plana alır ve İslam birliği olmadan milli birliğin kurulamayacağını savunur.
Milli kimliğini öne çıkaran bir ferdin İslami dayanışmaya önem verdiği oranda
iyi bir insan olacağı görüşündedir. İslam aleminin büyük bir aile gibi olduğunu
ileri sürer ve İslam’ın katı ve bencil milliyetçiliğe karşı olduğuna inanır.[19]
Hakimiyet anlayışını şeraite dayanmış
olarak görmek isteyenve milli iradeye dayanan hakimiyet ilkesine karşı çıkan
Said Halim paşa’nın siyasi görüşleri de dolayısıyla İslami bir görüş taşır.
Meşruti bir idareyi kaçınılmaz görmekle beraber 1876 anayasasına hazırlanış
sebepleri, amacı, hükümleri vb hususlar itibariyle karşı olan ve bunu”usul ve
adat-ı kavmiyye ve efkar-ı içtimaiye ve siyasiyyemize muvafık bulmayan paşa,
İslam’ın cemiyet hayatında olduğu gibi siyasettede çeşitli parti ve sınıflar
arasındaki rekabet ve muhalefete izin vermediğini söylemektedir. Bu inanış
gerçek durumların ifadesi olmaktan ziyade siyaset ve sınıf çatışmaları içindeki
Batı karşısındaki idealize edilmiş bir dünya görüşünün takdimi gibidir. Batı
karşısındaki geri kalışta dinin payının ne olduğunun uzun zamandır yoğun bir
tartışma konusu yaıldığı bir dönemde Müslümanların geri kalmışlığının dinden
değil kendilerinden kaynaklandığını, ileri sürmesi doğru bir teşhis olmakla
beraber döneminde Batı’nın azameti karşısında geniş çevrelere pek de inandırıcı
gelmemekteydi.” [20]
Batılılaşmak İslamlaşmak
Said Halim Paşa,
150 senedir devam etmekte olan gecikmenin sebebini şeriat hükümlerine aykırı
davranılmaya bağlayan 1839 Tanzimat fermanındaki gerekçeyi tekrarlarcasına
İslami vazifelerin eski zamanlarda olduğu gibi gerektiği şekilde yerine
getirilmemesini bunun sebebi olarak öne çıkarır. Ancak yine de maddi şartların
bozulmuş olmasının Batı karşısındaki mahkumiyetin ve sömürge haline gelişlerin
esas sebebini teşkil ettiğinin idraki içindedir. Batı doğu’nun
zenginliklerinden istifade etmesini bilmemekte, Müslümanlar ise bilimlere yüz
çevirdiklerinden cahillik sebebiyle
bugünkü duruma düşmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak Paşa’ya göre gerileme ahlaki
ve içtimai değil yalnız iktisadi yani maddidir ve telafisi mümkündür. Çaresi de
nerede olursa olsun aranıp bulunması emredilen ilimdir.[21]
Said Halim Paşa
Batının tekniğinin değil, kültürel değerlerinin alınmasına karşıdır. Ona göre
kültürel değerleri de içeren bir Batılılaşma anlayışı ülkeyi anarşiye
çürükleyecektir. Bu şekilde bir anlayışla ne kadar Batılılaşırsak felaketimiz
de o kadar büyük olacaktır. Bizi felakete sürükleyen Batı hayranları kendi
toplumlarını tanıyamamaktadırlar. Onların kendi toplumlarının toplumsal,
siyasal ve manevi konularındaki bilgileri iki özellik gösterir. ”Evvela bu
vesailden her hangisine dahil olsa bize taalluk eden cihetlerini bilmemek ve
öğrenmeğe tenezzül etmemek, saniyen bize taalluk olanlar haricinde bir çok
usuller, mübdeiler ve ihatalara vakıf bulunmak”[22] Bu
kendilerini bilmemekten dolayı Batı hayranları ”kendimizi henüz tesis edecek
mevcudiyet-i milliyesini istihsale çalışan yeni doğmuş bir cemaat farz edecek
derecede geçmişimizin ve eslafımızın azimetinden şüphe ediyor ve bizi hakir
görüyor.”[23]
Said Halim Paşa Batıcıları hastalıklardan
korumak için tıp kitapları okuyan kimseye benzetir. Sonunda kendini bütün
hastalıklara tutulmuş gören bu kimseler gibi Batıcıların bilgileri de onlara
vatanlarını bir elem ve ızdırap kaynağı olarak göstermektedirler. Bu hali ile
eski aydınlarımız ile yeni aydınlarımız arasında bir fark vardır. Öncekiler
Batıyı tanımıyorlardı. Yeniler ise kendilerini tanımıyorlar. Bu iki kötü
durumda arasında kıyas yapan Said Halim Paşa yeni aydınları daha zararlı bulur.[24]
Doğu
Batı Karşıtlığı
Doğu ile Batı arasında bir düşmanlık değil
bir yardımlaşma gerçekleşmiş olsaydı her iki tarafında çok şey kazanacağını
düşünen Said Halim Paşa eserlerinde, tarihsel süreç içerisinde var olduğunu
söylediği bu karşıtlığın nedenlerini araştırır.[25]
Ona göre Müslüman
Doğu, ileri dönemlerde ışıklarını barbarlık döneminde bulunan Batı’ya cömertçe
açmış ve bu şekilde Batı medeniyetinin gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.
Bunun sonucu olarak bu iki medeniyetin arasında bir yakınlaşma ve dayanışma
doğmuştur. Fakat bu yakınlaşmadan korkan ruhban sınıfının, dinleri üzerindeki
nüfuzlarını kaybetme endişesiyle kendi toplumlarına yanlış bilgi vermeleri
sonucu aralarında ayrılık tohumları ekilmiştir. Zamanla ilerleyen Avrupa,
cihana Doğu gibi davranmamış başta İslam dünyası olmak üzere Buda Mezhebindeki
Uzak Doğu ile putperest uzak Batı’yı da tahakküm altına almıştır. Batının
bu tecavüz ve saldırılıarından en fazla
İslam dünyası zarar görmüştür uzun süren savaşlar Müslüman halkın
hükümdarlarına kayıtsız şartsız itaat etmelerini sürekli kılmış, bu da
hükümdarların keyfi ve baskıcı yönetimlerini doğurmuş, İslam dünyası böylece
Batı’nın zoru ile eskiden bulunduğu geri toplumsal ve siyasal duruma dönmüştür.[26]
Said Halim Paşa Batılıların Doğulularda
gördüklerini söylediği ve şiddetle eleştirdikleri “taassub” üzerinde bu kadar
durmalarını onların iyi niyetleriyle yorumlamaz. Ona göre Batılıların bu
taassubdan anladıkları kendi menfaatlerine karşı gösterilen tepki ve
Batılıların Doğululara karşı düşmanlıklarının gerçek nedeni ise dünyayı
“medenileştirme” politikalarına Doğunun engel olmak istemesidir.[27]
Batı ile İslam arasındaki derin zıddiyet ve
Batı’nın bunu tassup içinde ve bir düşmanlık halinde sürdürmesi geri kalmışlığı
körüklemiştir. Batı’da müsbet ilimler gelişmenin anahtarı olmuş. Doğu ise son
yüzyıllarda saplanıp kaldığı metafizik ve felsefe dünyasından çıkma becerisini
gösterememiştir. Batı’da eğitim gören Müslümanların da bu sonuçta şeriatın payı
olduğu ve dinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil ettiği yanılgısı içine
düşmüş olmaları meseleye ayrı bir vahamet katmaktadır. Bu durum üç dört yabancı
dil bilgisiyle bütün eğitimini Avrupa’da yapmış ve uzun yıllar oralarda kalmış
olmasına rağmen kendisini bu gibi etkilerden müstesna kılan paşa’ya şaşırtıcı
gelmektedir. Onun samimi görüşü İslami kurumların değişimi kabul etmemesi,
gelişme kabiliyetinden yoksun olmasından değil mükemmel bir halde bulunmasından
kaynaklanmaktadır.[28]
Said halim Paşa’nın imparatorluğun yıkılış
aşamasında yetişmiş aydınların önde gelenlerinden biri olduğuna ve geride
bıraktığı eserlerin devlet adamı kimliğini gölgelediğine şüphe yoktur.
İmparatorluğun son dönemlerinde yer aldığı yüksek siyaset sahnesindeki konumu
sebebiyle, savaşa giriş, tehcir gibi hayati konulardaki sorumluluğu itibariyle
sorgulanıp, doğru bir yol takip edip etmediği sorusu ortaya atılmakla beraber.
“ Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın
genel gelişmesinin bu cemiyet içinde ve dışında meydana getirdiği bir çok sebep
ve amillerin neticesinde ortaya çıkar” yargısına varması kendisine ele aldığı
konuları genelde bu anlamda işleme imkanı vermemiş olsa da metot olarak doğru
yolda bulunduğunun göstergesi sayılmalıdır.[29]
Bir entelektüelden
çok eylem adamı olan Afgani’ye[30]
nazaran Said Halim Paşa enteleküel tanımına daha çok uymaktadır.
Afgani yaşadığı
dönemde İslam dünyasının o gün merkez sayılabilecek yerlerin tamamına yakınını
gezerek ve gözlemleyerek Müslümanların problemlerini tesbit etmeye çalışmş ve
çözüm önerilerinde bulunmuştur. Afganiye bu konuda en çok yardımcı olan nokta
kendisinin de medrese eğitimine sahip bulunmasıdır. Bu nedenle yaşanan
aksaklıklar çözüm olarak ilk başta eğitimde uygulanması gereken reform ve ıslah
yöntemlerini sunmuş, ki bu görüş İslam dünyasında 20. yy’dan itibaren iktidara
gelen tüm Müslüman devletlerin hükümetleri tarafından uyulamaya konulmuştur. Bu
noktada afgani yaşarken dahi fikirlerinin etkisini görmüş ve Osmanlıda açılan
yeni tarzda (batılı) eğim kurumlarının ilki olan Darul Fünun’un açılış
konuşmasını kendisi yapmıştır. Osmanlının mirası üzerine kurulmuş olan Türkiye
Cuhuriyetinde ise çıkarılan tevhid-i tedrisat kanunu ile gerilemenin baş
mimarlarından biri kabul edilen eski tarz eğitim sistemine ait ne varsa yok
sayılıp yeni eğitim sistemine geçilmiştir.
İslam birliği
(İttihad-ı İslam) fikrinin kurucusu olmasada hayatı boyunca bu temede hareket
ettiği için ilk akla gelen isim olan Afgani’nin bu fikriyatı özelikle İslam
dünyasında ve Türkiye de 60 sonrası, siyaset ile irtibata geçen Müslüman
kesimler içinde sık sık kullanılmış ve bu siyasal hareketlerin temel
omurgalarından birini temsil edecek kadar kuvvet kazanmıştır. Fakat bu noktada
Türkiye temelli siyasi hareket ile İslam dünyasındaki öne çıkan hareketler
arasında Afgani’nin şahsıyla alakalı değerlendirmenin taban tabana zıt olmasıda
düşündürücüdür. İslam dünyasındaki Müslüman siyasal grupların Afganiye
duydukları saygı ve hürmet, Türkiye de siyasal düşüncenin ilk temsilcileri
tarafından ise tam ters bir şekilde daima reddedilmiş, hatta etkisinin İslam
dünyasına pozitif değil negatif olduğu noktasında lanse edilmek istenmiştir.
Bunun nedeninin ise daha çok Afgani’nin şahsi hayatı ve mezhepsel durumu ile
ilgili ortaya atılan iddialar sebebiyledir.
Said Halim Paşaa’ya
göre bir kişinin kendisini Müslüman addettiği takdirde, İslam esaslarına göre
düşünüp, yaşaması ve islam’ın emrettiği bütün kurallara uyması gerektiğini
belirtmiştir. Bu fikriyatı özellikle Türkiye de siyaset hayatında, İslamcı veya muhafazakar diye tabir edilen
partilerin de ilk başlarda kullandığı önemli argümanlardan biri olarak 1990 lı
yıllara kadar kullanılmıştır. 90’lı yıllardan sonra değişen iç siyaset şartları
sonucunda bu muhafazakar partilerde bu görüş tartışmaya açılmış bunun sonucunda
bu partilerde gelenekselci ve yenilikçi kanatların oluşmasına yol açmıştır. Bu
iki grup arasında yaşananlar ise daha sonraları bu partilerde bölünmelere yol
açarak Türk siyasi hayatında ve etkiledikleri kitlelere yeni farklılıklar
getirmişlerdir.
Kaynakça
Bostan, M. Hanefi, “Said
Halim Paşa”, DİA. İstanbul: İSAM, 2008
Bülbül, Kudret, Bir
Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak Said Halim Paşa. Ankara: Kadim
yayınları, 2006
Danışmaz,Ahmet, “İslamın
Siyasalaşması Sorunu”, Köprü Dergisi:72,
Güz 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat.
Ankara: Akçağ yayınları, 1994
Gencer, Bedri, İslamda
Modernleşme. Ankara: Lotus yayınevi, 2008
Kara, İsmail, Türkiyede
İslamcılık Düşüncesi. İstanbul: Ktabevi yayınları, 1997
Karaman, Hayrettin, “Cemaleddin
Efgani”, DİA. İstanbul: İSAM, 1994
Karaman, Hayrettin,
Gerçek İslam’da Birlik: Efgani, Abduh, Reşid Rıza. İstanbul: İz yayıncılık,
2003
Özcan, Azmi “İttihad-ı
İslam”, DİA. İstanbul: İSAM, 2001
Said Halim Paşa, Buhranlarımız
ve son eserleri. İstanbul: İz matbaası, 1998
Türköne, Mümtaz’er, Cemaleddin
Afgani. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994.
Yalçınkaya, Alaeddin, Cemaleddin
Efgani ve Türk Siyasi Hayatı Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Osmanlı
Yayınevi, 1991
[1] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 2
[2] Azmi Özcan, “İttihad-ı İslam “,DİA, cilt 23 (İstanbul, İSAM 2001)
[3] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 4-5
[4] Hayreddin Karaman, “Cemaleddin Efgani “,DİA, cilt 10 (İstanbul, İSAM 1994)
[5] Hayreddin Karaman, “Cemaleddin Efgani “,DİA, cilt 10 (İstanbul, İSAM 1994)
[6]
Hayreddin Karaman, Gerçek islam’da
birlik : Efgani, Abduh, Reşid Rıza (İstanbul, İZ yayıncılık, 2003) s. 39-41
[7] Hayreddin Karaman, Gerçek islam’da birlik : Efgani, Abduh,
Reşid Rıza (İstanbul, İZ yayıncılık, 2003) s. 41-42
[8] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 116
[9] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 116-117
[10] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 117
[11] Alaeddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani ve Türk Siyasi Hayatı
Üzerindeki Etkileri (İstanbul, Osmanlı Yayınevi, 1991) S. 83
[12] Mehmet Akif Ersoy, Safahat (Ankara, Akçağ Yayınları 1994)
S. 185
[13] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 117-119
[14] Ahmet
Danışmaz, “İslamın Siyasalaşması Sorunu”, Köprü
Dergisi, (güz 2000): 72
[15] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani (Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, 1994), S. 121
[16] Alaeddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani ve Türk siyasi hayatı
üzerindeki etkileri (İstanbul, Osmanlı Yayınevi, 1991) S. 79
[17] İsmail Kara , Türkiyede İslamcılık Düşüncesi (İstanbul, Kitabevi yayınları, 1997
) S. 158-160
[18] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008)
[19] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008)
[20] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008)
[21] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008)
[24] Kudret Bülbül, Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak Said Halim Paşa(Ankara,
Kadim Yayınları, 2006) S. 203-204
[25] Kudret Bülbül, Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak Said Halim Paşa(Ankara,
Kadim Yayınları, 2006) S. 192
[26] Kudret Bülbül, Bir Devlet Adamı ve Siyasal
Düşünür Olarak Said Halim Paşa(Ankara, Kadim Yayınları, 2006) S.192
[27] Kudret Bülbül, Bir Devlet Adamı ve Siyasal Düşünür Olarak Said Halim Paşa(Ankara,
Kadim Yayınları, 2006) S. 193
[28] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008)
[29] M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa “,DİA, cilt 35 (İstanbul, İSAM 2008) )
[30] Bedri
Gencer, İslamda Modernleşme (Ankara,
Lotus Yayınevi, 2008) s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder