Sencer Divitçioğlunun "Osmanlı Devletinin Kuruluşu" adlı kitabına yazarın bu kitabı osmanlı kuruluş dönemine çok daha farklı bir açıdan bakıp öyle yazdım demesi üzerine tarafımızdan da bir kitap incelemesi üzerine bakılabilecek en farklı şekilde bakılıp gerçekleştirilmiş bir incelemedir. Akademik ve dil bilgisi açısından bir çokuslup hatası ve yazım yanlışları ile doludur. Bu sadece mehmet talha gürbüz ün kitabı okuyup kapattıktan sonra aklında kalanlardan ortaya dökülen kelimelerin bir araya getirilmesiyle meydana çıkmış bir derleme ve inceleme yazısıdır. İncelemeyi yapan kişi herhangi bir şekilde hakaret olsun övgü olsun yada maksat eleştirel bir anlam üzerine olsun diye bu yazıyı kaleme almamıştır. Sadece ve sadece kitabın kapağını kapattıktan sonra aklında ne kaldıysa onların kağıt üzerine dökülmesiyle oluşmuştur. Burda bulunan bilgiler mehmet talha gürbüz ün okuduğu kitaba kendi fikir yapısıyla baktığı için kitapla ilgili anlamsız manalarda çıkarım yapmış olabilmektedir. o yüzden kitapla ilgili en sağlıklı bilgiyi edinmek için yada bende kendi fikrimle tartmak istiyorum diyenler için kitabın orjinalinin okunması elzemdir. burası sadece size küçük bir mum ışığı kadar bir yol aydınlatabilir..
Yazarımız
kaleme aldığı bu eserinde, daha önce kalem oynattığı konuda tekrar aynı şeyleri
yinelemek için değil bugüne kadar bakmadığı bir kapıdan olaylara bakmak için bu
eseri yazdığını belirtmiştir.
Eserin
önsözünde neden kaleme alındığı belirtilirken birbirine karıştırılmaması
gereken kavramlar özenle vurgulamıştır. Aynı zamanda bize gelen her şeyi bir
çırpıda silip atmak yerine, hepsinin kullanılabilecek bir noktasının olduğunu
da eklemiştir. Önsözde en son vurgulamak istediği konu ise değişen dünya ve
zihinlerle ilgilidir. Kendiside buna kayıtsız kalamayacağını belirterek başlar.
Osmanlı
Beyliğinin kuruluş bölümünde yazar, kendisinden önce Cemal Kafadar’ın da biraz
yapmaya çalıştığı bir metodla başlamak istediğini belirtir. Toptancılık yok,
eşyayı sadece olması gereken yere kendi ölçümde yerleştirebilmek der.
Yazar
Ön-Osmanlı Tarihi bölümünde efsane vurgusunu incelmekte ve efsanelerin hemen
reddedilemeyeceğini belirtir. Efsanelerin doğruları yakalamak için bir ipucu
olduğundan bahseder. Ve hemen ardından ekler, efsaneler sayesinde sorulması
gereken bir çok soru sorulmuştur.
Süleymanşah
ile ilgili yazar’ın en çok dikkatini çeken husus, Süleymanşah’ın kim olduğundan
ziyade Osmanlı Devletinin kurulduğu esnada bölgede yaşayan Süleymanşah ismi ve
İznik devletinin mirasıdır. Bugüne akdar çok az kişinin sorguladığını düşündüğü
bir başka konu ise bu Süleymanşah ismi sadece bir efsanevi abartı olarak mı
kullanılmış yoksa bölgede 200 yıl içerisinde yaşananların derlemesinden mi
böyle bir anlam çıkartılmıştır.
Osmanlıların kendilerinin soyundan
geldiklerini düşündüğü Kayı soyu meselesine de el atar yazarımız. 13. Ve 14.
Yy’ın karmakarışık Anadolusun da hiçbir topluluğun saf kalmayacağını belirtir.
Bunun için bu boyların ta oğuz ellerindeyken bile ne durumda olduklarından
bahseder. Osmanlıların iddiasının doğru olabileceğine yönelik birkaç küçük
kanıttan bahsetse de bölgenin yapısındaki çok kültürlülüğün bu yapıyı
değiştirme olasılığından da vazgeçmez.
Süleymanşah dan sonra Ertuğrul Bey’in yani Osman
Bey’in babasının en azından efsanevi bir kişilikten sıyrılıp elle tutulan
boyutlara girdiği için tarih açısından bunu fazla sorgulamaz. Fakat bir bey
olduğu için beylik ve idari yapı ile sosyal yapıyı biraz inceler, bunun için
Türkmen dünyasından örnekler getirerek bir varsayıma ulaşmaya çalışır.
Son olarak
Osman Gazinin isminin Arap ve Bizans kaynaklarında yazıldığı şekli olan Otman
veya Atman ismi üzerinde durur. Bizans kaynağında bahsi geçen Atman isminin çok
fazla dayanağı olmadığı için dikkat-ı şayan görmez iken, Osman Gazinin babası
Ertuğrul Beyin dindar kişiliğine nispetle Otman isminin mana itibariyle
olmaması içinde bir sebep olamayacağını söylemeden geçemez.
Eserin
Osmanlı Tarihine Başlangıç kısmında Osmanlı toplumsal yapılarını tanıtır.
Ardından tanıttığı bu toplumsal sınıfları asıl işlevine göre yeni bir baştan
bir değerlendirme yaparak Osmanlının kuruluş döneminde bulunan sınıflarını çok
daha farklı bir açıdan tanıtmayı yeğlemiştir. Kendisinin baktığı farklı bir
pencere olduğunu buradan olaya bakıldığı zaman görülmemiş şeylerin
görülebileceğini de ispat etmek ister.
Osman Bey’in
Müslüman mı doğduğu yoksa sonradan mı Müslüman olduğu konusunu çok fazla
kaşımayan yazar direkt olarak Osman Bey’in bir derviş evinde görmüş olduğu rüya
üzerinde yoğunlaşır. Burada Osman Bey’in gördüğü rüyanın aslında devlete
kutsallık atfederek için kullanılan eski bir gelenek olduğunu belirtir ve çok
çeşitli örneklerle bunu destekler.
Osman Bey’i
Müslüman biri olarak vurguladıktan sonra Anadoluda özellikle en önemli konu
olarak gösterildiğini iddia ettiği gazilik kavramı üzerinde yorumlarda bulunur.
Gazilik kavramını hem İslami açıdan yani dinsel açıdan değerlendirirken birde
toplumsal bir yanı olan akınlar üzerinden değerlendirmeye alır. Osmanlının ilk
zamanlarında sadece Allah Rızası için savaş yaptıkları tezini kendine göre
doğru bulmamaktadır. Nedeni ise neredeyse iki yüz yıldır beraber yaşamakta olan
Anadolu da her şeyi savaşa endekslenmiş bir hayatın gerçek olamayacağıdır. Gaza
ve gazi konusunda son sözü ise ise Halil İnalcık’ın yazdıklarına yakın bir
noktaya getirerek bitirir.
Gaza ve gazi
kavramında son olarak eski Türk adetlerinden olan fethedilen yerlerin
paylaştırılması geleneğinden bahseder. Eski geleneklerde fethedilen toprakları
alan beylerin ileride merkezi otoriteye bir sorun çıkardığını Osman Bey’in
geçmişten ders alarak, sistemi direkt değiştirmeden lağv etmeye çalışmasından
bahseder.
Gaziler,
Alpler ve Türkmen Beylerini tek bir potada değerlendirir. Ama her birinin
kendine has özellikleri olduklarını da belirtmeden geçmez. Gazileri açıklarken
dinsel anlatımların bu yolun yolcularının hayat gayeleri olduğunu açıklarken,
gazadan gelen ganimetlerinde dinsen mana kadar bir yekûn tuttuğunu da
unutmamamızı ister. Alp kelimesinin kökenini orta asya bozkırlarına kadar
götürmüştür, yazarımız. Alpleri bir nevi profesyonel savaşçı olarak tanıtır.
Kazançları için çarpışan cengâver bir topluluk olduklarından ve gaziler gibi
belli kuralları olmayan ama herkesin saygı duyduğu bir topluluk. Yazarın bir
diğer bahsettiği topluluk ise Türkmen Beyleridir. Türkmen Beylerini de Alpler
gibi geçim kaynağı olarak savaş metodunu benimsemiş bir grup olarak
değerlendirmeye almıştır. Ama Alpler ile Türkmen Beylikleri arasındaki bu
benzerliğin farklılıklarını ise çok fazla açıklamaz.
Ahiler için
şehirlerde yaşayan birleşik zanaat erbabı olarak bahseder. Bu kurumun iktisadi
yapısındaki kuvvetini özellikle vurgular. Zaman zaman Anadolu da yaşanan
otorite kaybı esnasında ise toplu halde iş gören bu zanaat erbabının yönetim
işlevini ahi yaptığından bahseder. Yazarın ahilerle ilgili bir diğer yaklaşımı
da Ahilerin çok fazla dini ve savaş işlevinin olmadığını ileri sürmüş
olmasıdır.
Göçebe
Türkmenlerin yani ilk Osmanlıların iktisadi yapı olarak hayvancılık ve
halıcılık gibi göçebe uğraşlara sahip olduklarını ve maişetlerini bu şekilde
hallettiklerinden bahseder. Göçebe geleneğinde önemli olan yağma ve değiş tokuş
biçimlerinden de bahseder. Göçebelerin yerleşik kültüre geçmeye başlamalarıyla
birlikte yağma kültürünü zaman içinde azalttıklarını çünkü yerleşik düzenin
gerekli teşriki mesaisi için bunu zorunlu kıldığından bahseder. Fakat
Osmanlılar ne zaman etrafta bulunan Bizans hisarlarından bazılarını ele geçirip
yerleşik düzende kalıcı bir konum sağlayınca, o zaman tekrar yağma ve uluca
hareketine giriştiklerinden söz eder.
Osmanlıların ilk dönemlerinde, şehirlere dahi geçtikten sonra göçebe
kültüründen kolay kopamadıklarını, o devirde yaşamış seyyahların notlarından
yararlanarak aktarmaktadır. Konar-göçer Osmanlıların iktisadi hayatları ise
zamanla yerleşik düzenin getirisi ve baskınlardan gelen mallar ile artık iyice
gelişmeye başlamıştır.
Yazar’ın
bölgede yaşayan Rum ahali ile ilgili yorumu da şu şekildedir?
Osmanlıların bölgede hızla gelişip yayılmaları,
bölgenin asıl sakinleri olan Rum ahaliyi korkutmuş ve hatta bazı bölgelerde çok
sayıda kaçışa neden olmuştur. Kırsal kesimlerin belli başlı yerlerde boşalması
bölgedeki tarımsal faaliyetleri de aşağı çektiği gibi, şehirlerde yaşayan
insanları da büyük ölçüde etkilemiştir.
Kuruluş
dönemi sosyal sınıflarını açıkladıktan sonra bugüne kadar gelmiş olan bir teze
karşı çıkarak konusunu bitirir, yazarımız. Gaza ve gazilik kavramı Osmanlı
Beyliğinin kuruluş dönemi için tek başına yeterli ana sebep değildir. İktisat
ve savaşçılar (gazi sınıfının harici) da bu dönemde gaza kadar etkili olmasa da
varlıkları yok sayılamayacak kadar önemli kavramlardır, bunu da göz ardı
etmemeliyiz diye bitirir.
Yazar “Osman
ve Orhan Beyler” bölümünün girişinde Osman Bey’in beyliği bileğinin hakkı ile
alarak işe başladığını vurgular. Ardından bu işi nasıl yaptığını açıklamak için
Osman Bey’in hayatından çeşitli dönemleri kesit olarak sunar. Osman Bey’in eski
Türklerden beri büyük önem arz eden Av noktasındaki maharetinden bahseder. Çeşitli
kaynaklarda geçen Osman Bey’in Av(cı)başı olduğuna dem vurarak beylik içindeki
saygınlığına dem vurur. Delikanlılık dönemlerinde yaptıklarının herkesin
yapabileceği kolay şeyler olmadığından bahseder. Zamanla beyliğin menfaati için
Amcası Tündar Bey’i bile ortadan kaldırtması ve yeni ele geçirdiği yerlerde
kendi adına hutbe okutması onun lider kişiliğine örnek olarak sunar. Ta o
zamanlar Osman, Selçukluya karşı bağımsızlık fikrini güderdi söylemini savunur.
Osman Bey’in
bölgenin yerleşik halkına da iyi davrandığını ve emrindekilere de bunu
öğütleyip uygulattığını belirtir. Osman Bey’e göre buralarda yaşayan ahaliye
iyi davranıp güzelce geçinilmeli ki buraları hep beraber mamur edilebilsin.
Ayrıca Osman Bey, Bizans tekfurlarına karşı da gene Tekfurlardan ve Rum
ahaliden ittifaklar oluşturarak kendisine karşı olan durumları da tersine
çevirmek istemiştir.
Osman Bey’in etrafında zamanla Müslüman ahalinin
dışında Rumlar ve paralı askerlerden oluşan çeşitli milletlerden insanlarda
birikmeye ve tebaasını çeşitlendirmeye başlamışlardır.
Osman Bey ise bu etrafında toplanan dindaşları
dışındaki topluluklara her zaman haklarını teslim etmeye çalışmış, zamanla
onlara bir aitlik hissiyatı kazandıramasa bile belli ölçülerde bir bağlılık
kazandırmıştır.
Yazar Osman
Bey’in amcası dururken kendisinin bey olmasını da, onun kendisinin cesaret ve
zekâsıyla kapattığını düşünmektedir. Bununda o zamanki toplumlarda görülen
yaygın bir uygulama olduğundan bahsetmektedir.
Bölgede çöken
siyasal erk uygulamasını Osman Bey kısa sürede doldurmayı başarmıştır. Bunu
başarması da şüphesiz kendi becerisinin yanında o esnada Bizans’ın siyasi ve
ekonomik boyutunu da göz önüne almak gerekir. Bizans’ın ülke içi çekişmeleri
Türkmenleri doğal bir askeri müttefik yapmış, Bizans devletine karşı baş
kaldıran asillerin ve valilerin ilk yardımcıları da bu Türkmenler olmuştur.
Ayrıca Osman Bey’in bütün bunların yanında yerleşik düzende büyük önem arz eden
belli başlı merkezleri ele geçirme planı ve bu planı için uyguladığı politikada
onun diğer tüm beylikler arasından sıyrılmasını sağlamıştır.
Orhan Bey’in
en büyük oğlan olduğu için zaten bey olarak yetiştirilmişti der yazar. Ama
Orhan Beyliğe geçer geçmez babasının yarım kalan hayallerini ve ideolojilerini
devam ettirmişi ve daha da ileriye taşımıştır.
Orhan Bey
önce Bursa’yı ardından İznik’i fethetmiş, bunun ardından İzmit ise kısa bir
süre sonra kendiliğinden teslim olmuştur. Yazar burada başka bir noktayı da
vurgulamaktadır. Osman Bey’in hayatında Ulubat tekfuruyla yaptığı anlaşma
sonrası neden daha fazla bu uç bölgesine yönelik fetih faaliyetlerinde
bulunmadığı sorusunu sormadan edemez. Acaba Osman Bey daha önce yendiği ve
anlaşmaya vardığı bir tekfur’un üzerine neden bir kere bile gitmemiştir. Bunun
nedeninin Osmanlı tehdidini sezen Bizans’ın bölgede kendisinden sonra en büyük
kuvvet ve idare mekanizmasına sahip Germiyanoğullarıyla anlaşmaya varıp
gizliden Osmanlıyı frenletmiş olabileceğinden bahseder. Bunun yanında Germiyanoğullarıda kendilerinin
değil etrafındaki adamlarını harekete geçirip Osman Bey’i rahatsız
ettirdiklerini de vurgular. Tüm bunlardan dolayı Osman Bey’in defalarca
karşısına çıkan bu iki engeli yendiği halde yumuşak bir tutum sergilemeye devam
etmesini Osmanlı Beyliğinin gücünün sınırlanmış olduğuna bir delil olarak
sürebilmektedir.
Ne zaman
Germiyan Bey’i Yakup Bey ölmüş o zaman Osmanlılar deyim yerindeyse şahlanıp
gitmişlerdir. Bursa, İznik, İzmit ve Karasi fetihleri ve ardı ardını
izlemiştir. Osmanlılar artık Kadıköy’e kadar uzanmış, batıda Gelibolu’nun
karşısına kadar inmiş, Marmara’nın Anadolu yakasında Osmanlı beyliğinin
sınırları içine dahil olmayan yeri neredeyse hiç kalmamıştır. Bizans İmparatoru
bile artık durumu kabullenip Orhan Bey ile anlaşmaktan başka çaresi olmadığını
görerek ona göre siyasi muamelelere başlamıştır.
Osmanlıların
Karasi Beyliğini aldıktan sonra bir donanmaya sahip olduğu bilinendir, fakat
hala Osmanlıların sallarla Gelibolu’ya geçtikleri şeklindeki rivayete hem
itiraz eder hemde kızan yazarımız Bizans kaynaklarından gösterdiği vesikalarla
olayı nesnel gerçeklere dayandırarak bir açıklama yapmak istemiştir.
Bizans
İmparatoru ile Orhan Bey arasında başlayan ilişki Osmanlıların daha önce
kendilerinden ince bir ip gibi bir suyla ayrılan karşı kıyılara geçmelerine
vesile olacak kadar ilerleyecektir. Her ne kadar Osmanlılar daha önce karşı
kıyıya geçmemiş olsalar da karşıda neyin olup bittiğini ve kimlerin oralarda
olduğundan haberdar olmalarının imkansızlığından bahseder.
Osmanlı
Atlıları artık defaatle Bizan’ın iç meseleleri için Trakya da at
koşturmaktadır. Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa bu yeni ayak bastıkları
toprakları iyice tanımaktadır. Çünkü bu tanıyış Osmanlıya çok farklı ufuklar
açacak bir geleceğin ilk adımlarını oluşturmaktadır. İlk başta Çimpe ile
başlayan bu başlayan macera Tanrının da lütfüyle Gelibolu’nun kalıcı olarak ele
geçirilmesiyle artık iyice sahiplenilmiş ve yerleşilmiş bir düzen kurulmaya
başlanmıştır. Bu esnada atının sürçüp düşmesi sonucunda Şehzade Süleyman’ın
ölmesi bile Osmanlının bu bölgedeki emellerini kesintiye uğratamayacaktır.
Süleyman gittiyse geriden gelen bir Murat abisinin ve babasının ufkunu daha da
ilerlere taşıyacağını çıkmış olduğu Trakya’da ki akınlar ile ispatlamıştır.
Yaptığı fetihler ise artık Bizans’ın elinin kolunun bağlanmaya başladığının bir
işareti olmaya başlamıştır.
Tüm bu hızlı
fetih ve akın çalışmaları esnasında Beyliğin iktisadi yapısını da sorgulamaya
başlar, yazarımız. Çünkü fethedilen yerlerden gelen ganimetler ile bu iş
döndürülemeyecek kadar büyük bir toprak parçasına sahip gözükmektedir. Bu arda
ele geçirilen yerlerin bir kısmının büyüklüğü sadece adda kalmış, yıllar süren
kuşatmalar ve ablukalar bu şehirlerin harap düşmesine sebep olmuştur.
Kolonilerde yaşayan Latin tüccarla ile ilişkilerinde bu dönemde başladığını
aktarır yazarımız. Ama bir nokta vardır ki der, yazarımız; belgeler bizi
yanıltmasın fetihçi yani savaşçı konumdaki bir beyliğin ekonomisi asla geri
sayılmaz, fetihler durmadığı müddetçe. Bu resmi vesikalarda işlenmemiş olsa
bile der.
Yazar Osmanlı
(Beylik) Devleti bölümünde, devletin tanımı ve işleyişini vermiştir. Ardından
kitabın konusu olan Osmanlı devletinin işleyiş ve sistematiği üzerine bir
açıklama yapar. Osmanlı devlet sistemi nedir? Neler vardır bu sistem
içerisinde, sınıflar, bürokrasi ve hepsinden önemlisi tüm bunlar nasıl bir
sistem üzerine kurulmuş ve işlemektedir bunu açıklar. Hemen arkasına ise kendi
zihin dünyasının yardımıyla bu işleyişi değerlendirmeye tabi tutar.
Devletin kuruluşundaki süreçte kan bağının nereye
kadar etkili olduğunu sorgular. Çünkü o güne kadar kurulmuş devlet geleneğinde
bu çok önemli bir durumdur. Osmanlı Beyliğinin de ilk başlarda diğerlerinden
çok farklı davranmadığını ama bir farkla bunu değiştirmek içinde kullanmış
olduğu yöntemleri sıralayarak farkını ortaya koyduğunu düşünür. İkincil olarak
ise küçük bir beyliğin devletleşebilmesini nasıl yaptığını ve rol model kimi
aldığı sorusuna cevap bulmaya çalışır. Bunun cevabı da yazara göre gayet
basittir. Osmanlı beyliği ve ahalisi göçebe olmakla birlikte devlet aygıtına
yabancı değildir. En kötü ihtimalle Anadolu’ya gelmeden önce böyle bir aygıtla
zaten tanışmaması zaten imkan kabilinde değildi der. Anadolu’ya geldikten sonra
ise geleli çok olmuş ise zaten bulundukları bölgede Anadolu Selçukluları hem
ırki hemde dini yönden bir örnek teşkil edecektir. Anadolu Selçuklularına
yetişmeme durumunda ise etraflarındaki beyliklerin bağımsızlık süreçleri ve
devletcikleşme noktasındaki atakları hem iyi hemde kötü yönlerini zaten ortaya
koyduğu için Osmanlı Beyliğinin böyle bir örneğe ihtiyacı bulunmamaktadır.
Zaten Osmanlılar bu ortamı bizzat yaşayarak hissetmektedirler.
Yazar Osman
Bey’in devleti nasıl adım adım oluşturduğunu şöyle anlatır. Osman Bey bir
devlet için gerekli üç şey’i “kutsallık”, “savaşçılık” ve “iktisat’ın” işlevini
iyi gözetmiş ve buna yönelik çalışmalar yapmıştır. Yazara göre her ne kadar
Osman Bey’in bütün bunları bilinçli olarak yaptığına dair bir belge
bulunamadığını söylese de, yapılanların minvalinin o yönde olduğunu da
belirtmeden duramaz. Askeri açıdan “tımar” sistemi ve iktisadi olarak paralar
kurup buralardan “bac” vergisinin alınması önemli bir detaydır. Ama kutsallık
ve devleti devlet yapan cebir kullanma, meşru şiddet olgusunun tam olarak
tatbiki ve uygulanması için Osman Bey döneminin sonrası, Orhan Bey dönemi
beklenecektir.
Osman Bey kazanılan topraklaı için bir müddet sonra
eski bey sistemi adetini değiştirerek devlete ait “devlet malı” zihniyetini
yerleştirmeyi başarmıştır.
Orhan Bey’in
iktidarıyla birlikte beylik için devletleşme süreci epey hızlanmıştır. Artık
idari bir yapı temellenme aşamasını geçip fiiliyatta da örnekler vermeye
başlamıştır. Devlet mekanizmasının olmaz ise olmazı olan bürokrasi sistemleştirilmiş,
divan gibi devlet yapısında uzun yıllar çok önemli fonksiyonlar icra edecek
olan bir mekanizma kurulmuştur. Atanan sancakbeyleri artık devlet adına orada
bulunduğu olgusu yerleşmeye başlamıştır.
Orhan Bey’in
bir diğer şansı ise kendisiyle saltanat çekişmesine girmeyip bilakis kardeşine
yardım etmek için köklü yeniliklerin başlatılmasını söyleyen kardeşi Alaaddin
Paşanın destekleri olmuştur.
Alaaddin
Paşanın yaptığı ilk çalışma yüzlerce yıllık bir Türk devlet geleneği olan
yönetici sınıfının Kızıl giyme âdetini terk edip, beyaz renge büründürmesidir.
Yazar bu şekilde şekilci gibi gözüken çalışmayı aslında yeni olmayan bir
sınıfın “buyuran sınıfının” türemesi olarak değerlendirmemektedir. Türkler
zaten buyuran sınıfına yabancı değildir. Ama yaşadıkları coğrafyada hüküm süren
medeniyetlerin etkisi ya da yazarımızın daha zayıf bir algı olarak algıladığı
dinsel bir metoddan ziyade Osmanlının farklılığını hissettirmek için ilk
başladığı yer olarak gördüğü bir algı değiştirme operasyonu olarak bakar. Artık
sınıflamalarda Osmanlı toplumunda belli olmuştur.
Alaaddin
Paşanın inci köklü çabası ise Osmanlı devletinin yaklaşık 400 yılı aşkın bir
süre sürdüreceği askeriye ve bürokrasisinin bel kemiğini oluşturacak devşirme
sistemini hayata geçirmesidir. Biraz daha açarsak zaten daha önceki
Müslüman-Türk devletlerinde olan gulam(köle) sistemini geniş çapta yeniden ele
alıp, o güne kadar uygulanmayan bir şekliyle uygulamış olmasıdır. Yani savaşta
esir alınan köleler yerine hakimiyet sahasındaki bölgede yaşayan gayri Müslim
ahaliden belli şartlara göre alınıp yetiştirilen çocuklar ile bu sistem
gerçekleştirilmiştir. Bu devşirmeler ile oluşturulan merkezde ki askeri güç
devleti belli askeri güce sahip beylere muhtaç olgusundan kurtardığı gibi,
fazladan birde hakimiyetini daha geniş ve disiplinli olarak yayma fırsatı
vermiştir. Bu sistemde askeri hizmet dışında kabiliyete sahip olarak ayrılan
çocuklar ise geleceğin bürokrasi sınıfında yer alarak devletin en önemli ikinci
adam konumuna kadar yükselme fırsatı bile bulmuşlar hatta zamanla bunu devletin
asli unsurunu oluşturanlardan daha fazla gerçekleştirmişlerdir.
Yazarımız, Osmanlı toplumunun hiyerarşisinin katı ve
sabit bir kast olarak görülemeyeceğini belirtir. Evet katı bir kast sistemine benzer bir
uygulamadan söz edilebilir ama bu sistem doğuştan kazanılmış bir statü ile
değil sonradan çalışmayla yada başarıyla, mevki ve unvan ile elde edilmektedir.
Yazarımız
kitabın son bölümlerinde kurtuluş dönemi iktisadi yapısına yönelik sormuş
olduğu en büyük sorusu ise “Osmanlı Toplumunda sınıflaşmanın baş ölçütü vergi
midir?” sorusudur.
Yazara göre bu sorunun cevabı ilk başta evet gibi
geldiğini söyler. Ama işi biraz daha irdeleyip sosyal durumu da işin içine
kattığımız zaman bambaşka bir sonuçla karşılaşıldığından bahseder.
Dini zümrelerin ve Tımarlı sipahilerin, toplumdaki
dini ve askeri işlevleri üzerine aldıklarını ve bu sayede elde ettikleri önemli
konum neticesinde karar verme yetisinde devlet ile paydaş bir seviyeye
geldiklerinden bahseder. Sistem doğru işler ve hatalar minimumda kalır ise bu
mekanizma çok güzel sonuçlar vermektedir. Ama aksayan bir şey olursa tüm bu yapının
sarsıldığını ve ilişkinin yarar yerine büyük zararlar getirerek, başta en alt
tabaka olan köydeki toplumdan tüm idari sisteme kadar rahatsızlık verdiğini
belirtir.
Yazar
hükümdarın malı olan devlet toprağındaki mantığın ise eski Türklerden bu yana başarıyla
taşınmış ve zamanla tecrübeler ışığında yenilenmiş, hükümdar ile kul arasındaki
ilişkiye göre düzenlenmiş bir çeşit anlaşma ve ödüllendirme biçimi olarak
nitelendirir.
Son olarak
yazarımız eserinin girişinde de belirttiği gibi, Osmanlı devletinin kuruluş
dönemine ilişkin klasik metodlarla açıklama yapılması metodunun yerine (ki
kendiside daha önce böyle iki çalışma yapmıştır), zaman değişirken tarih
biliminin de içeriğine yeni şeyler ekleniyor bunlara göre acaba yeni eklenen bu
eklemlerle yeni bir kuruluş tarihi serencamına bakılamaz mı? diyerek kaleme
aldığı bir eser olarak gözümüze çarpmaktadır.Senc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder