Bediüzzaman'ın öğrenimde takip ettiği metodlar
Amacımız öğrenim hayatına devam edenlere Bediüzzaman Hazretleri'nin modellenebilir yöntemlerini göstermektir
Muhlis Körpe'nin yazısı:
METODOLOJİNİN ÖNEMİ
İnsanlar amaçlarına ulaşmak veya bir meçhulü keşfetmek istediğinde rastgele hareket ettikleri takdirde arzularına kavuşmaktan mahrum olurlar. Hedefe ulaşmak doğru yöntemlerin rehberliğinde mümkündür. Menzile varmak doğru usuller iledir. Onun için insan isteklerine ulaşmak konusunda doğru bir yol haritasına ihtiyaç hisseder. O harita ise metodolojidir. Bundan dolayıdır ki metodoloji ilimlerin aslı olmuştur.
NEDEN BÖYLE BİR ARAŞTIRMA
Âlimler toplumun bilincidir. İnsanlar âlimleri/gerçek aydınları modelleyebildikleri ölçüde geleceği kucaklayabilirler. İrfan dünyasının yıldızları hükmünde olan âlimlerden mahrum bir topluluk yok olmaya mahkûmdur.
Amacımız Bediüzzaman Hazretleri'nin 3 ay gibi çok kısa olan fakat ciddi bir metodolojiyi barındıran tahsil hayatını gözler önüne sermektir. Böylece öğrenim hayatına devam edenlere Bediüzzaman Hazretleri'nin modellenebilir yöntemlerini göstermektir.
TAHSİLDEKİ GAYESİ
Bediüzzaman Hazretleri'nin ilim tahsiline başlaması geçici bir hevesten kaynaklanmıyordu. Altında çok güçlü düşünceler/gerekçeler vardı. İlimle nurlanmak/aydın olmak ve yüksek ahlaka sahip olmak gibi yüce bir amaç edinmişti. O, tahsil hayatının niçinini dünyasında çözmüştü. Nasılı ise kolaydı. Bu düşüncenin oluşumunda ise çevrenin özellikle de abisinin büyük bir rolü vardı.
Bediüzzaman Hazretleri medreselerin çok olduğu bir çevrede yetişti. Etrafında şahit olduğu ilmi müzakereler onun ruhunda öyle bir heyecan uyandırıyordu ki dünyayı bu insanların kurtaracağını zannederdi. Hem abisinin emsallerinden farklı olarak ilim tahsilinden kaynaklanan olgun halini ve faziletini çok küçük yaşta gördü. Bu ortam ve abisinin güzel ahlakı onda ilme karşı ciddi bir şevk uyandırdı. Böylece tahsil hayatına başladı. Evet, çevrenin insan üzerindeki etkisi reddedilmez hakikatlerdendir.
Bediüzzaman Hazretleri annesinden aldığı manevi derslerin ve telkinlerin tahsil hayatının temelini oluşturduğunu ve derslerinin bu temel üzere kurulduğunu söyler. Demek öğrenim hayatında en birinci ve en esaslı ve en etkili öğretmen annelerdir.
ÖĞRENİMDE TAKİP ETTİĞİ METODLAR
O, sırat-ı müstakim üzereydi. Aşırılıklardan son derece kaçınırdı. Hatta hayatı boyunca ifrat ve tefritle mücadele etmeyi gaye edinmişti. Çünkü aşırılıkların insan yeteneklerini ifsat ettiğini söylerdi. Hakkın aşırılıklara ihtiyacı olmadığını düşünürdü.
Yanlış referanslar kullanmazdı. Çünkü ilkeler hatalı olduğu takdirde birçok yanlış sonuçlar ortaya çıkacaktı. Mesela: Kur'ân'daki hikâyeler için İsrailiyata ihtiyaç olmadığını söylerdi. Akla havale edilen konularda ise felsefenin dini prensiplere zıt meselelerine ihtiyacı yoktu. O Kur'ân'ı Kur'ân'la, sahih hadisle ve doğru tarihle tefsir ediyordu.
Mübalağadan son derece kaçınırdı. İnsanın zevk ettiği veya hoşlandığı bir şeyde mübalağa etmeye meyilli bir varlık olduğunu söylerdi. Hâlbuki O mübalağayı yaratılışa kanaat etmemekle eşleştiriyordu. İlahi hikmet ve adalet ise her şeye layık olduğu hali ve mevkii vermişti. Hakikatin mübalağaya ihtiyacı yoktu. Hakikatteki cazibeyi yeterli görürdü.
Hakikat ile mecazı birbirinden ayırt ederdi. Karıştırmazdı. Hâlbuki bir kısım insanlar en açık konularda bile tevile/mecaza kaçabiliyorlardı. Bunun yanı sıra mecazı da hakikat kabul edip ona göre açıklamalar yapanlar vardı. Hâlbuki her şeye hakkını vermek adaletti. Mecazı mecaz olarak anlamalı, hakikati hakikat olarak görmeliydi. Ta ki bir kısım yüksek hakikatler incitilmesin. Akla uzak görülmesin. Reddedilmesin. Mesela: Dünyayı gerçek bir öküz ve balık üzerinde farz etmek. Gerçekte yüksek bir teşbihle bazı hakikatler anlatılmak istenmiştir ki buna dair bir risaleyi Bediüzzaman Hazretleri telif etmiştir.
Bir şeyin etkili olması için hakikat olmasını yeterli görürdü. Hâlbuki insanlar sözlerine daha fazla muhatap bulmak ve reddedilmemesi için büyük zatlara ait olduğunu iddia etmekle etkili kılmak gibi huya sahiptirler. Bununla düşüncelerine bir asalet kazandırmak isterler. Hurafelerin bu huydan beslendiğine ve büyüdüğüne dikkat çekerdi. Mesela: Nasreddin Hoca'ya nispet edilen fıkralar veya uydurma hadisler gibi.
Tefekkürü meslek haline getirdi
Tefekkürü mesleğinin dört ana sütunundan biri haline getirdi. Hayatının sonuna kadar da devam ettirdi. Sürekli yüksek hakikatleri düşünen bir zihni vardı. Böylelikle dünyevi, boş ve batıl şeyler onu istila edemiyordu. Küçücük yaşından itibaren düşünüyordu. Etrafındaki olayları merak ediyordu. Zira Kur'ân tefekkürü emrediyordu. Çünkü ilahi hikmetlerin, kâinatta yayılmış olan tecellilerin, cereyan eden olayların anahtarı tefekkür idi. Hakikate giden en kısa bir yoldu.
Tahsil hayatında zihni güçlendirecek yollara başvurdu
İslam düşünce tarihinde önemli rol alan büyük düşünürlerin az yemenin düşünce berraklığına ve güçlü hafızaya ciddi bir katkısı olduğu fikrini uyguladı. Az yemeye başladı. Hatta İmam Gazali'nin şüpheli şeyleri terk etmek gerektiği fikrini benimseyerek şüpheli şeylerden kaçındı. O çok güçlü hafızayı ve idraki az yemekle daha berrak hale getirdi.
HAFIZAYI KÜTÜPHANE OLARAK GÖRÜRDÜ
Ezber, Bediüzzaman Hazretleri'nin hayatında önemli bir yer tutar. Ezberi "ruha yazmak" olarak nitelendirirdi. Hafızayı kütüphane olarak görüyor ve o kütüphanenin içini ezberlediği kitaplarla dolduruyordu. İstediği zaman, istediği yerde, istediği konuları o hafıza kütüphanesi sayesinde tefekkür edebiliyordu. Hafıza kütüphanesinin boş olması ise düşünce dünyasını derinden etkileyecekti. İslam'ın temel kaynaklarına ait 90 cilt kitabı ve Kamus-u Okyanus gibi bir sözlüğü ezberledi. Yani düşüncelerin temel taşları olan kelime ezberi. Demek Üstad hem metin ezberi hem de kelime ezberi yapmıştı. Metin ezberinde dini metinlerle beraber pozitif bilimlere ait bir kısım ana kitapları da ezberledi.
Her nimetin bir şükrü olduğu gibi hafızanın da şükrü dünya ve ahret saadetini temin edecek hakikatleri ezberlemekti.
Bediüzzaman Hazretleri ezberci değildi. Ezberlemekle ezbercilik arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Hâlbuki O, düşünmek için ezberledi. Ruhuna nakşetmek için ezberledi. Zaten geri kalmanın bir sebebini ezberciliğe (düşünceden mahrum, nakilden ibaret) dayandırıyordu. Onun için İstanbul'a ilk geldiğinde "Her soruya cevap verilir" diyerek ezberciliğe karşı düşünceleri harekete geçirdi. O, ezberciliği kitaptan zihne ve oradan hiçbir fikri işleme uğramadan insanlara aktarmak olarak görüyordu. Bir hafıza kartı veya papağan gibi anlatmak demek olan ezberciliğe karşıydı.
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ ÇOK OKUDU
Günde 200 sayfa hatta en ağır metinleri içeren kitapları kendi başına okurdu. Dini ilimlerle beraber pozitif bilimleri de okudu. Çünkü insanın akıl dünyası ile birlikte vicdan ve irade eğitimine de ihtiyacı vardı. Akıl dünyasını pozitif bilimlerle nurlandırırken vicdan, gönül ve irade eğitimini de dini ilimlerle aydınlattı. Yani insanı meydana getiren akıl-vicdan dengesini mükemmel sağladı.
Okuma yaparken kendisine göre geliştirdiği bir yöntemi vardı. O yalnızca ana metinleri okuyor haşiye ve şerhlere bakmıyordu. Ana metne kendisi şerh düşerdi. Dipnot koyardı. Sonra yapılmış şerhlere bakardı. Böyle koca bir kitapta iki üç konuda müellifle fikir ayrılığına düşerdi. Demek metnin amacı anlamak, istenilen menzili görmek, istidlal duygusu o kadar gelişmişti ki İslam'ın en büyük referansları olan o allamelerle aynı şerhleri düşebiliyordu. Bu okuma şekli hem kısa bir zamanda çok sayıda kitap okumasına hizmet etmiş hem de metinden gayeye intikalini hızlandırmıştı.
Bediüzzaman Hazretleri her kitaptan birkaç konu okurdu. Amacı ise yeteneğine ve eğilimine uygun ilmi sahayı bulmaktı. Böylelikle hem o müellifin yaklaşım tarzını öğreniyor hem de o ilmin kendisine uygun olup olmadığı görüyordu. Kendisine gelinceye kadar yüz binlerce kitaplar, şerhler, haşiyeler yazılmıştı. Bütün ilimleri ve kitapları okumaya insanın ömrü zaten yetmezdi. Hocasından bu kitapların hangi konulardan bahsettiğini yani bir çeşit fihristini öğrendi. Belki buna kısa bir literatür araştırması da denebilir. Daha sonra ilimleri birbirinden ayıramadığını ya hepsini bildiğini veya hiç birisini bilmediğini söylerdi.
Okumada uyguladığı ayrı önemli bir yöntem de kendisini bizzat müellife muhatap tutardı. Bu düşünce ise başkalarına anlatmak için değil, kendisinin nurlanmasına hizmet ediyordu. Müellif kitaptaki cümleleri onun için yazmış oluyordu. Onun önünde diz çökmüş bizzat müelliften ders alıyordu. Bu duygu hem mükemmel bir edep hem sürekli canlı bir duruş ve huzurda olmaktan gelen bir heyecan veriyordu.
HERŞEYDEN DERS ALIRDI
O yalnızca kitaplarda yaşamıyordu. Etrafındaki cereyan eden olaylara karşı ilgisiz değildi. İbretle bakan bir göze ve ibret alan bir düşünceye sahipti. Karıncalarda cumhuriyetçiliği görecek ve onların bu cumhuriyetçi tavırlarına çorbasının tanelerini vermekle o fikre destek verecekti. Gururlanmak isteyen nefsini üzerine konan bir sinekten aldığı dersle susturacaktı. Trende giderken "Din merkezli bir gayret mi yoksa milliyetçilik odaklı bir gayreti mi önemlidir?" Sorusuna karşılık öğretmene, istasyonda raylara yakın duran bir çocuğu göstererek onun hal dilinden ders verecekti.
O İLHAMA MAZHARDI
Gönül kulağı ilham alırdı. O'nun vicdan penceresi İlahi tecellileri seyrederdi. O, bu semavi iltifata çocukluğundan beri mazhardı. Onun için uzun tetkiklere ihtiyaç hissetmezdi. Allah vergisi bir hafıza gücü vardı. Metinleri bir kez okumakla kolayca ezberlerdi. İdrak ve anlayışı çok keskindi. En zor meselelere tam bir isabetle doğru cevap verirdi. Çünkü Bediüzzaman'a Kur'ân ilminin verileceğini rüyasında sevgili Peygamberimiz müjdelemişti. Hayatı, hem rüyanın doğruluğunu gösterdi hem de güzel bir tevili oldu.
İrfan Mektebi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder