Moğalistan Ve Nurlu Müminler Diyarına Sıla-i Rahim (2)
Altay Dağlarının Nur Talebeleri, bizi ilçe girişine yakın kabristan yanında karşıladılar. Hizmet için alınan Jipi de getirmişlerdi. Kazakların BeyefendisiKalimat ve arkadaşları heyecanla sarmaş dolaş oldular. Bizim gibi sıradan müminlere yapılan karşılama sultanlara layıktı.
Kalimat Beg, Komünist dönemin ilçe yönetiminde başkan yardımcılığı yapmış tecrübeli birisi. Eski Moğol başkan bugünlerde “Sizle bizim pek farkımız yok” deyişine ilginç bir cevap vermiş, Zekâvet kokan bir cevap. “Evet, pek farkımız yok. Biz topraktan yaratıldığımıza inanıyoruz. Siz topraktan ilahlar(!) yapıyorsunuz!”
Yılar önce 2002 yıllarında tanıştığımız Hayrettin Tilek Beyin dedesi, eski baskıcı dönemlerde Allah mefhumuna bile yabancı olunan dönemlerde belki bir misyoner veya bir turistten yalvararak aldığı eski bir İncil’deAllah lafızların işaretletmiş, yıllarca o kelimelere ellerini sürüp -50 derece soğuklarda, Altay dağları eteklerinde Yılkıları güderken, ağlayarak çok dualar etmiş. Yıllarca kendini ve evlatlarını ve hatta arkadaşlarını imansızlıktan muhafaza etmiş. O duaların tesiriyledir ki, İncil’in Kerameti gerçekleşmiş, torunu Tilek, seneler sonra oralara Nurlu Bir Mü’min olarak dönmüş. Hece hece de olsa, dedesinin şahadet getirmesine, “Allah Allah” diyerek de olsa, arkasında namaz kılarak vefat etmesine, yıllardır aradığı Rabbin’e inşallah Cennetlerde kavuşmasına vesile olmuş. Bu vakıayı hikâye edip Y.Asya Gazetesi ve pek çok dergide “Moğolistan’da Nurlu Müminler ve İncil’in Kerameti” diye yayınlamıştım. O muhterem dedenin kabrini oralarda ziyaret etmek nasip oldu.
Ayrıca bir de Torun Tilek’in R.Nur sohbetlerine, 40 km’lik yoldan her hafta bazen -50 derece soğukta atla gelip, gece kalıp, ancak ertesi gün yine atla dönebilenSalih Dede var. Ömrünün sonlarında hasta olduğu için derse gelemeyince Tilek Bey ve arkadaşları bir jip kiralayıp dağlardan onun çadırına gidiyor, ders yapıyorlar. Okunan kitap da yeni Kazakça Tercümesi yapılanHastalar Risalesi’nin taslağıdır. Salih Dede, “Bunu kitap olarak basmalısınız” diyor. “Maddi sıkıntıyı halletmeye çalışıyoruz, inşallah basılacak” denince; de bütün malı olan altı koyununu hemen orada bağışlıyor. İşte o dedenin de kabrinde Fatiha okumak nasip oldu. Ruhlarına Fatihalar okunmasını, dualar edilmesini sizlerden de istirham ederiz. Bizler oralara altmış dokuz hatim götürebildik. Ancak her ibadet arkasından eller açılınca, haftalık hatimlerimizde, Ramazanlardaki dönerli ve sabit hatim organizelerimizde onları bütün Nur Talebeleri ve ehl-i iman ile birlikte de dualarımızdan asla eksik etmedik.
Bediüzzaman, elhamdülillah Türkiye’den binlerce kilometre ötelerde Altay Dağlarının eteklerinde deİman ve Kur’an Hizmetine devam ediyor. Hem de “yüzde doksanı güzel ahlak” olarak nitelediği İslamanlayışıyla. Kur’an’nın “Elmas Kılıncı” dediği, dâhilde maddî kuvvetin asla olmadığı; siyasetin, dâmenine bile bulaşmadığı “İman Hakikatleriyle” Keçe Çadırlarda, ancak jiplerle gidilebilen dağ başlarında; -50 derecelik soğuklarda, üç bin metrelik bozkırlarda da olsa insanın iki cihan saadetiiçin büyük bir maharet ve hikmetle cevelan ediyor.
Bu hizmetlere vesile olanlardan, Kur’an’da, “Varlıklarında, yokluklarında verenler” vasfıyla ifadesini bulan bu yiğit insanlardan milyon kere Allah razı olsun. Verdiklerinin milyarlarca katını, hem de ebedi olarak onlara nasip etsin inşallah…
Tilek Bey daha önce yapılan yardımlarla evine bir büyük salon eklemiş. Sohbetleri her hafta orada yapıyorlar. Manisa’daki Nur Dersleri kalitesinde mütalaalı yapılan derslere katılan Kazakların vukûfiyeti ve ilk dersin Tilek’in “Takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm…” diyerek Kastamonu Lahikasından yapması, oraların seviyesini göstermeye yeter zannederim. Haftada birkaç defa da köylere veya çadırlara sohbete gidiyorlarmış.
Arkadaşlarımızın toplumdaki itibarları çok yüksek seviyede. Evleri diğerlerinden daha temiz ve düzenli. Hanımları tam tesettürlü. Yıllar önce sohbetlerde birlikte oturan erkek ve kadınlar Manisa’dan gelen bir mektubu okurken bu birlikteliğin yanlışlığını öğrenince ayni anda hemen ayrı odalara geçmişler. Bu haber gelince çok heyecanlanmış, İslam’ın ilk dönemlerini hatırlayıp ağlamıştık.
Ancak bu gidişimizdeki okuma programına, yüz-yüz yirmi km. ötelerden de gelip kalacaklar olduğu için Tilek, 11–12 metre çapında bir Keçe Çadır satın almış, dersler orada yapılda, geceleri orada yatıldı. Su, bahçede kazılan kuyudan elde ediliyor. İlçedeki bütün evlerde olduğu gibi, Tilek’in evi de bir-iki dönümlük bir bahçe içinde. Bahçe dediğim; kuru, taşlı-topraklı bir arazi ve bir-bir buçuk metre yüksekliğinde kerpiç duvarla çevrili. Bahçeye çukur kazılarak tahtalarla çevrili bir tuvalet yapılmış. Gece -12, -15 derece soğukta, karanlık ve hayvan sesleri, köpek ulumaları altında buralardan istifade etmek oldukça zor. Sema ise pırıl pırıl. Sanki Yıldızların cümbüşü var. Hayatınızda böyle bir manzarayı zor görebilirsiniz. Buralarda ışık kirliliği sıfır olduğundan manzara harika. Semanın ecramı, Cenab-ı Hak’kın varlığını ve kudretini ilan ediyorlar. Milyarlarca yıldızı, yakıtları bitmeden, çarptırmadan top güllesinden binlerce kat hızla semada döndürüp manevra yaptıran Rabbimizi, bu haşmetle tekrar idrak edince heyecana gelip Allahü Ekber diye haykırmadan edemiyorsunuz. Ah bir de üşümek olmasa… Teleskopumuzu götürmediğimize çok üzülüyoruz. Yıldızlar orada Bediüzzaman’ın dediği gibi “Dinle de bak yıldızların hutbe-i şirinine…” diye bütün mülk ve melekût âlemine bir hutbeiradederek Sultan-ı Kâinatın varlığını, birliğini haykırıyorlar.
Yiyecek kültürü buralarda perişaniyetin en önemli kısmı. Altay İlçesinde Et, süt ve patates dışında adeta yenecek bir şey yok dense olur. Ekmek yapılmıyor. Peynir, Yumurta, zeytin, zeytinyağı, fasulye, nohut, sebze, domates, biber, patlıcan vb. yok. Farklı, çok sert, yağsız tuzsuz, sabun gibi bir peynir var, ancak yenmesi adeta imkânsız. Bizim için il merkezinden ekmek getirdiler. Zaman geçince çok bayatladı. Ancak ekmek kızartmayı da bilmiyorlar. Tezekte, demir çubuktan yapılmış maşa vâri bir aparat üstünde ısıtılan ekmeklerin pahası oralarda karşılanamaz.
Elle tuttukları Balıklar suda haşlanıyor. Biz, kendimiz kızartalım dedik. Balığın derisiniyüzmek istediler. Pullarının temizlenmesini sağladık. Tava da yok, ızgara da. Sukazanını(!) kurutup içinde unlayarak kızartınca şaşırmakla birlikte onlar da sevdiler. Tarhana çorbası; Pirinçli, patates de rendelenmiş mercimek çorbası bile midelerini bulandırdı! Biz de ısrar etmedik. Onların pişirdiği eti de yemeniz oldukça zor. Bütün olarak eti haşlıyorlar. Yağlar ayrılmadığı gibi aksine her pişirmede etin üzerine 3–4 kiloluk bir karpuzun yarısı kadar bir miktarda iç yağ ve kuyruk yağı konunca şekli de kokusu da bize uygun gelmiyor. Kavurma yapmak istedik onlara çok kuru geldi. Belki de Eskimolar gibi bol yağlı et yemek, oraların soğuğuna karşı tabii bir haldir. Sebze ise ot gibi değerlendiriliyor ve “Bunlar hayvanlar içindir” deniyor öyle de telakki ediliyor.
Kazakların çay içmeleri de çok farklı. Yemek esnasında da çay hiç eksik olmuyor. Çayı porselen çorba kâsesi gibi kaplardan içiyorlar. Çayın içerisine de koyu bir süt döküyorlar. Biz denedik içemedik. Meğer biraz un, tereyağı ve tuz da atıyorlarmış. Onun için et gibi o da oldukça ağır bir tada sahip ve bizim damak tadımıza uymuyor. Onlara afiyet olsun. Tabi ki at sütü de var. Atın etide yeniyor. Daha çok özel bir ikram olarak sunuluyor.
Et, bizdeki vasfından farklı bir sıfata kavuşmuş, Şartlar asırlar geçtikçe oralardaki hayat, eti, çok farklı bir boyuta taşımış. Adeta olmazsa olmaz bir konuma çıkarmış. Hava gibi, su gibi, zaruri bir özellik kazanmış. Dolayısıyla oralara gönderilen Kurbanlar sadece fakir-fukaraya yardım anlamını taşımıyor. Et, buralarda bizlerden elli, belki de yüz yıl gerilerde kalmış bu insanlara, çocuk yuvalarına, huzur evlerine temel gıda olarak, hem de su kadar, hava kadar zaruri ve hatta en makbul tek gıda maddesi olarak takdim ediliyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder