Bugün yazarı Hüseyin Yılmaz, zalim karşısında duruş örneği olarak Bediüzzaman Said Nursi'yi örnek verdi.
İsrail karşısındaki tutumları nedeniyle batıyı eleştiren Yılmaz, Tanzimat’tan beri Batıya perestiş eden Türk aydınının da gaflet içinde olduğunu belirtti.
Bediüzzaman Hazretlerinin "batının ruhunu idama mahkum ettiğine" dikkat çeken Yılmaz, yazısını şöyle sürdürdü:
Bu bir kaç asırlık içtimaî cinnetten yakasını sıyıran tek şahsiyet: Bediüzzaman Said-i Nursî... Şâkirdleri için bütünüyle aynı şehâdette bulunmak kabil mi? Hayır!... En azından hatırı sayılır bir kısmı için: Hayır!..
İşte Üstad’a sorulan bir suale verdiği muhteşem cevap... İşte Batı’nın ruhunu idâma mahkum edip bir paçavra gibi çöpe atan kendinden emin haysiyetli duruş:
“Diyorlar ki: ‘Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücâhedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?’
“Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübâreze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm- ı İslâmiyeyi zahirî telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?” Mektubat; S:426-427
İşte Üstad’a sorulan bir suale verdiği muhteşem cevap... İşte Batı’nın ruhunu idâma mahkum edip bir paçavra gibi çöpe atan kendinden emin haysiyetli duruş:
“Diyorlar ki: ‘Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücâhedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?’
“Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübâreze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm- ı İslâmiyeyi zahirî telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?” Mektubat; S:426-427
Batı düşünce ve felsefesini bütünüyle reddeden Üstad’ı, onu hiç okumamış olanların anlamaması belki anlaşılabilir; ama onu okuyanlar bu çarpıcı cevabı, kesin ve tereddütsüz reddiyeyi aynıyla görmek ve muhafaza etmek mecburiyetindeler.
İslâm âlemi, Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinden geçmeden ne Batıyı bihakkın anlayabilir, ne Batının mânevî istibdâdını reddedebilir, ne de içine düştüğü bu zilletlerden ruhunu kurtarabilir… Bebeklerimizi katleden düşmanların tahkirlerinden kurtulmanın yolu; onlara yaltaklanmak değil, reddetmek; yüzlerine tükürmektir. Bir asır önce İstanbul’u işgâl eden İngilizlerin Başpapazının küstahlığına, “Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” diye cevap veren Üstad Bediüzzaman’ı takliden olsun, tükürün!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder