Sümbül Ebrusu
26 Şubat 2010 Cuma
İmam ve Müezzinlere Zam Müjdesi
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan Teşkilat Yasası'yla din adamlarının ek göstergeleri yükseltilecek. Yeni düzenlemeyle Diyanet teşkilatında en büyük grubu oluşturan lise mezunu imamlar, Kur'an kursu öğreticileri ve müezzinlerin maaşlarına 117 TL zam gelecek. İlahiyat fakültesi mezunu imamlar ile ilahiyat mezunu Kur'an kursu öğreticilerinin aylığı ise 161 lira artacak. Vaizler de 111 lira zam alacak. Düzenlemenin ardından il müftüsünün maaşı 277 lira, Ankara, İstanbul ve İzmir'de görev yapan müftülerin aylığı ise 519 TL yükselecek. Öte yandan Diyanet İşleri başkanının maaşında 1.023 TL, strateji geliştirme başkanının maaşında da 1.738 liralık artış olacak.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırladığı taslak, Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik tarafından Meclis'te grubu bulunan partilerin grup başkan vekillerine sunuldu. Tasarıya, Alevi çalıştaylarında alınan kararlar doğrultusunda eklemeler yapılacak. Bu değişikliklerin ardından tasarının komisyonlarda görüşülmeye başlanması bekleniyor. İmamlara kariyer sistemi getirecek olan yasa, din görevlilerini gruplara ayıracak. Uzman imam, uzman vaiz, baş imam, baş vaiz, uzman müezzin gibi sınıflara ayrılacak. Tasarı ile din görevlilerinin maaşları da yeniden belirlenecek. Buna göre 1.492 TL maaş alan lise mezunu Kur'an kursu öğreticisi, imam ve müezzinlerin aylığı, ek göstergelerinin yükseltilmesiyle birlikte 1.609 TL'ye çıkacak. Uzman imamlar 1.795, baş imam da 1.902 lira aylık alacak. Din hizmetleri uzmanının maaşı 40, Diyanet teşkilatındaki memurların maaşı 34, şoför, aşçı, bekçi gibi görevlilerininki ise 30 lira yükselecek.
Maaşlarda yapılacak artış Diyanet çalışanlarını sevindirirken, sendikalar, merkez teşkilatındakilerin korunduğu görüşünde. Din-Bir-Sen Genel Başkanı Lütfi Şenocak, Teşkilat Yasası'nın bu haliyle geçmesi durumunda asıl yükü çeken imam ve müezzinler ile merkez teşkilatının alacağı arasında büyük fark olacağını söyledi. Tasarının eşit işe eşit ücret prensibine aykırı olacağını belirten Şenocak, "Şube müdürünün üstündeki kadrolara senede 4 kere verilen ikramiyenin, şube müdürünün altındaki kadrolara da hiç olmazsa yılda 2 kez verilmesini istiyoruz." dedi. Personelin yaklaşık yüzde 95'inin Teşkilat Yasası'nın getireceği mali haklardan belli oranlarda yararlandığını, teknik hizmetler, sağlık hizmetleri gibi sınıftaki personelin ise hiç yararlanamadığını kaydetti.
23 Şubat 2010 Salı
TSK duyurusundaki değişim!
Eskiden ne olurdu?
Bir haber mi çıktı?..
Örneğin “TSK içinde bir komutanın, illegal bir eylemin içinde olduğu”na ilişkin, bir haber mi yayınlandı?..
Açıklama ne olurdu?
“Yayınlanan haberle ilgili olarak soruşturma açılmış olup..” diye başlardı açıklama..
Sanırdınız ki; “İllegal eylem içinde olan subayla ilgili bir soruşturma”dan bahsedilecek.
Ama açıklamanın devamından anlardınız ki; soruşturma illegal eylemin faili subayla ilgili değil, “illegal eylem içinde olan subayın bu fiilini dışarıya sızdıranlarla” ilgili!
Dün de TSK içinden bir illegal eylem basına yansıdı.
İzmir'de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki bir birlikte, Şubat ayı içinde bir günün parolasının da “Adi Başbakan” olarak belirlendiği basına intikal etti.
Habere, Şubat ayında kullanılacak parolaların tam listesi de eklenmişti.
Böyle bir haber üzerine, Genelkurmay'ın, eski alışkanlıklar çerçevesinde ne yapması gerekirdi?
“Gizli niteliğindeki bir parola belgesini basına sızdıranlar hakkında soruşturma açılmış olup, sızdıranlar hakkında yasal işlem yapılacağı duyurulur!”
Hatta açıklamada şöyle bir ifade bile yer alabilirdi: “Tesadüfen yanyana gelen iki kelimenin ardında bir kasıt aranması, TSK düşmanlığının açık göstergesi olup, ...”
Alıştık çünkü, bu tür duyurulara!..
Ama dünkü TSK açıklaması, bu bildik duyurulardan değildi.
Dünkü açıklama, “Bugün bir gazetede yer alan parola konusundaki haberle ilgili olarak, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nca soruşturma başlatılmıştır..” şeklinde idi.
Demek ki artık TSK, illegal eylemleri soruşturma yerine, illegal eylemlerin deşifre edilmesini soruşturmaktan vazgeçmiştir.
Evet, “Ahlâksızca bir ifade içeren o parolayı belirleyen subaylar hakkında soruşturma başlatılmıştır” da denilmiyor, o açıklamada ama.
Bu da bir adımdır.
Ve daha atılacak çok adım var...
Atılacak adımlardan sonra, nedir olması gereken?
“Suç niteliğindeki parolayı oluşturanlar, bir saat gibi çok kısa bir sürede tespit edilmiş, başlarındaki komutan da dahil olmak üzere, şu kadar subay açığa alınmış, askerî savcıya cezai soruşturma emri verilip, soruşturmanın açılması sağlanmış, en kısa sürede de bitirilmesi hususunda gerekli takibin yapılacağı hatırlatması, emirle birlikte yetkili makama ulaştırılmıştır.”
Olması gereken bu..
Fakat daha, TSK yeni yeni, bilgi sızdıranların peşinde koşmaktan vazgeçip, illegal eylemin esas failini soruşturmaya geçti..
Haber verene değil, kanunsuz fiilleri işleyenlere odaklanmaya, daha yeni başladı.
TSK'da bu olumlu gelişme yaşanırken, Balyoz harekâtında da, dün önemli gelişmeler yaşandı..
“Vatan kurtarma ulvi gayesi” için, gerekirse “cami bombalama”yı bile planlayanların gözaltı işlemleri, “Hukuk Devleti” adına, sevindirici bir başka gelişme idi.
Bakalım, gerçekler tüm çıplaklığı ile ortaya çıkarılacak mı?
Sadece askeriyedeki darbe taraftarları ile mi yetinilecek?
Yoksa, yargı içindeki, yüksek yargı içindeki darbe taraftarları da deşifre edilecek mi?
Çok satan gazetelerdeki darbe taraftarları ortaya çıkarılacak mı?..
ALİ KARAHASANOĞLU-VAKİT
TSK de neden Garson erler var?
MESAJ YAĞDI
Dünkü yazıda bir merak ve soru denemesı vardı. Mesajlar yağmur oldu yağdı. Belli ki soruyu sormaya hazır "dertli, deneyimli" nüfus çok kalabalık. Sıra geldi, sivil veya askeri sorumlu mevkilerin cevaplamasına.
Konu şuydu: Genelkurmay, "Kozmik hâkim"i takip gerekçesiyle durdurulan iki askeri araç olayını, belki bu kez haklı olarak, "Paranoya" diye teşhis etmişti ya... Hani kimileri de dalgasını geçmişti; "suikast silahı erzaklar" babından.
Açıklamalar şunu da ortaya koymuştu: Bir uzman çavuş ve iki er bulunan ilk araç bir Kuvvet Komutanı "konutuna tahsisli" idi ve alışveriş yapıyordu. O sırada dondurma, yaş pasta, kuruyemiş görevindeydi. İkinci araç, içindeki iki şoför, bir marangoz, bir elektrikçi asker ile başka bir komutan "konutuna tahsisli" idi; konutta tadilat işinde görevli olup bir yandan da yaş pasta şevkinden sorumlu idi.
FİİLİ ANGARYA
Çorba yapmadan ayırmaya çalışırsak:
1. Elbette "askeriye"nin de gündelik işleri vardır; bir kısmında, uzmanlıklarına göre, mevcut geçici veya sürekli personelden yararlanılır.
2. Lakin, "genel işler" ile "özel, çok özel,epeyce keyfi, hatta keyif işi" olanları, fiili angaryayı, hatta köleliği karıştıranlarda insanı hiçe sayan bir çorba yapar.
RÜTBE HİYERARŞİSİ
Rütbe hiyerarşisi, "ordunun sevk ve idaresinde mana taşır tabii. Lakin, "askerlik görevi ve askeri hiyerarşi" sayesinde, "ev işleri"nin "bedava emek"le görülmesinde, görev icabı bir hiyerarşinin ezeli ve ebedi üstün ve aşağı insanlık olarak telakkisinde, olsa olsa "rütbe, statü ve de kınalı kuzu istismarı"ndan bahsedilebilir.
Bakın, Anayasa açık: "Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır." Gördüğünüz gibi, mesele Anayasa ihlali! Aynı Anayasa, her özgürlük ve hak maddesindeki gibi, tabii "istisna" da koyar:
BADANA, DONDURMA İŞLERİ ÜLKE İHTİYACI MI
"Kanunda düzenlenmek üzere hükümlülük ve tutukluluk sürelerindeki çalıştırmalar, olağanüstü hallerde vatandaşlardan istenecek hizmetler, ülke ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda öngörülen vatandaşlık ödevi niteliğindeki beden ve fikir çalışmaları, zorla çalıştırma sayılmaz."
BU SORULAR İLK KEZ SORULUYOR
(Mahpus ile başka görevlerin aynı maddede düşünülmesi bile bilinçaltı bir şey olmalı!) Şimdi kıymetli hükümet ile değerli komutanlar bize; kuruyemiş, yaş pasta, badana, dondurma, ev işleri, ayak işlerinin "ülke ihtiyacı ve vatandaşlık ödevi" olduğunu kanıtlamak zorunda! Tabii şu soruların cevabıyla birlikte: Önce, Milli Savunma Bakanı cevaplamalı; çalınmış haklarını arayan emekli askerlere, "Kaynak yok" diyen hükümetin "Sabret Gönül'ü:
1. "Terörle mücadele"de onca şehit olduğu için "Asker açığı var" denen yurt sathında, "vatani görev"de kaç asker, "özel hizmet müdafaasında çalıştırılıyor?
2. Posta kapsamında, fiilen kaç er, erbaş mevcut?
3. Kaç askeri araç, devlet (ve millet) yakıtıyla özel işlere tahsisli?
4. Lojman, kamp, orduevi, özel konutlarda ve (hakikaten zorunlu koruma dışında) emekli ler emrindeki "Angarya ordusu"nun insan ve araç mevcudu nedir?
BU SORULARI SORMAK İÇİN HÜKÜMETİNDE DEMOKRASİ KÜLTÜRÜNÜN OLMASI LAZIM
Soru peşine düşebilmek için, "sivil" hükümetin de, "darbe korkusu" dışında, hakiki insan hakları, demokrasi, cumhuriyet kültürü olması lazım tabii. Emrindekini köle gibi gören, mebusları parmak çocuk yapan, itiraz edeni kesen, işçi ve memur hakkını ve hak arayışını hainlik sayan, emir kulu, biat eri, itaat neferi, cemaat postası kültürüne sahip olanlar... vatandaş azarlayıp memura, polise uşak gibi buyuranlar, kamu kaynaklarını babadan miras sananlar bu soruların peşine düşemez tabii!
TSK miadını doldurdumu ???
Sözün özü işi kısa tutmaktır... Hasılı kelam Bugün TSK nın durumu bir kızıl ordu yada Ulul emre itaatsizlik gösterip padişah katleden Yeniçeri ocağından farkı yoktur.(kii Bir başbakan ve 2 bakanı asıp 1 bakanıda penceren atıp şehit etmişlerdir) Yeni bir Asakiri Mansurei Muhammediye ordusu gerekirmi derseniz ;Tarih en açık cevaptır. Boş işlerle abes olanlar bir gün teneke yuvarlanıp giderken çıkarttığı gürültüyü bile çıkaramadan bu dünyadan ebedi cehennemine doğru yol alacaktır.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan uykusu çok gözlerim gafletten uyan
Uyan Ey halkım Artık gün senindir
Caddelerde Zalimlere haykıracağın gün senindir.
Mazlumun hakkını arama günü senindir
Zalimler için yaşasın cehennem diyerek haykıracağın
bu günler senindir....
19 Şubat 2010 Cuma
Konya Adliyesinde Sigara Rezaleti
17 Şubat 2010 Çarşamba
TSK deki Garson erler
sap döner keser döner gün gelir hesap döner
Tarih TC de Hukuk skandallarını Yazacaktır
9 Şubat 2010 Salı
İki Darbe Arasında Notlar İskender Pala
KUR'AN MI NUTUK MU?
2003'de tamamladığı ama geçtiğimiz günlerde Kapı Yayınları'ndan çıkan kitabında kendisinin de mülakatlara girdiğini anlatan İskender Pala öğrencilere “Bir elinde Kur'an var, diğer elinde Atatürk'ün Nutuk'u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?" şeklinde sorular yöneltildiğini bu şekilde dindarlık testinden geçirildiklerine dikkat çekiyor.
İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Edebiyat profesörü, 12 Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler'ndeki 15 yılın hikâyesini TSK'yı kurum olarak yıpratmayacak incelikte kaleme almaya çalışmış.
Kitapta Öne Çıkan Bölümler
İskender Pala Neden Ordudan Atıldı?
- İskender Pala orduda iken, Namaz kılarken bir defa görülmüş Osmanlıca kitap okurken (Kuran zannediliyor) görülmüş. Cenaze namazında saf tutarken görülmüş.
Kızını imam hatip lisesine göndermiş
İlhami Erdil Paşa Neden Hiddetlendi?
- Recep Tayyip Erdoğan (İst.Büyükşehir Belediye Başkanı) ile İlhami Erdil (Kuzey Deniz Saha Komutanı) arasında geçen sohbet…
Askeri Lokalde Başörtü Tahammülsüzlüğü…
- İskender Pala eşi ve çocuklarıyla askeri lokalden eşinin başörtülü oluşu nedeniyle çıkartılıyor. Eşi ve çocukları önünde rencide edilen İskender Pala hukuk mücadelesini kazanamıyor.
Deniz Kuvvetleri tarihini arşivleyip bu arşive 50 araştırma kitabı kazandırmış.
Ordunun bilime yeterince önem vermediğini ifade ediyor.(Edebiyat doktorası yapmış birini doktor zannedip deniz hastanesine gönderiyorlar)
Asker Kitapları Yakıyor…
- MEB kitapları orduda yakılıyor.- Atatürkçülük adına kitabı yakan kurumun, Türk Dil Kurumu'nun ve yine onun kurduğu Cumhuriyet'in Milli Eğitim Bakanlığı'nın kitaplarını yakıyordu.-
Yakın Tarihimiz Bildiğimiz Dışında mı?
- Kardak konusunda araştırma yapması isteniyor. Özel izinle ulaştığı belgelerde aynı zamanda Türkiye'nin yakın tarihinin bildiğimizin dışında bir tarihi olduğunu görüyor.
Orduda Etnik ve Dinsel ayrımcılık
- İskender Pala kendisinden önce Kürt'lerin, Alevi'lerin ve Çingene'lerin orduya alınmadığını bu etnik ayrımcılığa kendisinden sonra inançlı, namaz kılan insanların da dahil edildiğine dikkat çekiyor.
1984 yılındaki mülakatta Çingene, gayrimüslim, Alevi ve Kürt olduğuna kanaat edilen adayların elendiğini daha sonraki yıllarda ise Alevi olanların yerini küçükken Kur’an kursuna gitmiş olan öğrencilerin aldığını belirten Pala, İmam-Hatip okullarından gelenlerin ise kesinlikle elendiğini ama kendilerine başka bir nedenle elenmiş gibi gösterildiğini aktarıyor.
Prof. Dr. İskender Pala yine içinde olduğu bir mülakat heyetindeki subayın adayların yarısına ardı ardına; "Söyle bakalım, fosil nedir?", "Haydi kafiyeli olsun, usul nedir?", "Peki gusül nedir?" sorularını yönelttiğini kaydederek bu ilginç testi şöyle yorumluyor;
“Aslında mülakatlarda sorulacak sorular için sistemler geliştirilmiş, her şey standart¬lara bağlanmış gibiydi. Öğrenci adayına sorulan sorulardan sonra hakkında kanaat oluşuyor ve mülakatı geçip geçmediği daha kapıdan çıkmadan belli oluyordu. Her mülakat dönemin¬de, pek azı yazılı olmakla birlikte, mülakat heyetlerine bazı uyarılarda bulunulur ve kimlerin okula kabul edileceği söyle¬nirdi. Bu uyarılar Deniz Kuvvetleri’nin bir personel politikası olmaktan öte o dönemde yetkili komutanların bakış açılarına göre düzenlenmiş de olurdu. Zannederim bir okul komutanı da pekâlâ mülakat heyetine sözlü emirler vererek prensipler koyabilirdi. Bu tür uygulamalar, mülakat heyetlerindeki rütbeli kişilerin de kendi standartlarını oluşturmalarına yol açıyordu elbette. Söz gelimi benim bulunduğum heyette bir subay öğrencilerin neredeyse yarısına şu soruları sırasıyla ve hiç değiştirmeden sorardı.
"Söyle bakalım, fosil nedir?"
“…”
"Haydi kafiyeli olsun, usul nedir?"
“…”
"Peki gusül nedir?"
“…”
13-14 yaşında bir öğrenci adayı dersini çalıştığı için fosil'in bilimsel tanımını yapabiliyor, kelime bilgisi olarak da usul'ün "yol, yöntem" olduğunu biliyordu. Ama iş "gusül"e gelince he¬men hepsi afallıyor, kızarıp bozarıyordu. Guslün ne olduğunu bilmeyenler boynunu büküyor, bilenler de böyle bir soruya cevap verip vermemekte tereddüt ediyordu. Sonuçta guslün ne olduğunu bilenler ile bilmeyenler arasındaki tercih size kalmıştı.” (İki Darbe Arasında / s.50-51)
YAZ KUR'AN KURSU ELEMESİ
Mülakatlarda “Yaz tatilinde ne yapıyorsun?” şeklindeki soruya “Yaz Kur’an kursuna” gittikleri yönünde cevap veren adayların direk olarak elendiklerini aktaran Pala, devletin resmi ideolojisine göre mülakat heyetlerinin de öğrencileri sınıflandırmasına dikkat çekiyor:
“Pek çok öğrenci adayı taşradan geliyor, köy ve kasaba ço¬cuğu oluyordu. Hepsi de masum, istikbalini kurtarmaya çalı¬şan zeki çocuklar. "Yaz tatilinde ne yapıyorsun?" sorusuna hepsi dosdoğru cevap veriyor. Ne yaptığını anlatıyor, bu arada yaz Kur’an kursuna gidenler de bunu söylemekte bir beis görmüyorlardı. Anadolu’da o yıllarda gelenek halini almış olan Kur’an kursları iki yıl sonra ideolojik bakış açısıyla değerlendirilmeye ve Kur’an kursuna giden öğrenciler kendilerine asla bildirilmeyen kursa gitme nedeniyle elenmeye başlandılar. Oysa elenen öğrencilerin çoğu sırf adet yerini bulsun, arkadaşlarım gidiyor ben de gideyim diye cami hocalarına yol uğratmış gençlerdi.
Devletin resmi ideolojisine göre mülakat heyetleri de öğrencileri sınıflandırıyorlardı. Daha önce kayıtlarda yer almayan İmam Hatip okullarının adı yazılı olarak askeri okullara alınacak öğrencilerin mezun olduğu okulların dışında bırakılıyor ama ırk ve milliyet isimleri pek anılmıyor. Listelerde yer almıyordu. Belki de yeni yapılanma bunu gerektiriyordu. Ve gelecekte toplum mimarlığına soyunacak olanlar bu yönlendirmeleri yapmaya çok önceden başlamış oluyorlardı.” (İki Darbe Arasında / s.51-52)
Kitapla ilgili teknik bilgiler ve internet üzerinden sipariş şartlarını öğrenmek için bu linki kullanabilirsiniz
http://www.ilknokta.com/urun/103877/Iki-Darbe-Arasinda.html
3 Şubat 2010 Çarşamba
Gata'nın kilidi mi kutsal Kabe'nin anahtarı mı
Azizim bu Gülhane hayvanat bahçesi değil miydi?
Bu filci yaklaşımlarınızın altında ezilmeyen ordunun borazanıyla hareket etmek zorunda mıyız? Bu mudur Allah Allah demenin Gata açılımı!
Siz kimsiniz biliyor musunuz?
Siz Allah’ı boykot ederek Allah Allah demenin cambazlığını milletin saflarına yutturacağını zanneden Ordu da müslümandır palavrasıyla beyinsel tadilatını gerçekleştirememiş fiş başına baş parçalayan yegane insan topluluğusunuz.
Ve milletin meclisinde peygamberi, milliyetçi kumpaslarının bozkurt ayağı olarak alet edinen dokunulmazların da dokunmatik ahmaklıklarına gaz veren büyük adamlarsınız.
Ne sizden demokratik ictimayı tamamlamış ordu yaftası çıkar ne de bugün vekil olduğunu zanneden kölelerden millet anlayışı çıkar. Biriniz şeriatfobisini yenmek için Gatanın psişik kanallarında rehabilite olsun diğeriniz de siyasal hırsının başına peygamber krallığını kondursun.
Şimdi aklı durmuş olan bu meclis adamına sorulacak tek minnet sorusu şu olsa gerek diyordu feride “ Bu gata denilen kutsal sıhhi makamın içindeki figürler peygamber olduğu için mi ordadır kutsal oldukları için mi milletin iradesiyle seçilmiş bir liderin eşine protokol fişi bastılar. Bu ne küstahça bir anlayıştır ki yumruğunuzun ucuyla savunmaya çalışıyorsunuz.
Bu filci yaklaşımlarınızın altında ezilmeyen ordunun borazanıyla hareket etmek zorunda mıyız? Bu mudur Allah Allah demenin Gata açılımı! Orduyu, size gelen örtülüleri başından yaralayıp eve yollayan zihniyetin neresine sığdırıyorsunuz, bu örtüsüz gaddarlığınızın tokadını yiyerek mi size saygı duyalım, paşam diyelim!
Şimdi gatayı darbeci zihniyetin sağlıksız kuruluşu olarak görmemem için beni nasıl ikna edeceksiniz. Bugün birinizin rütbeli minbere çıkıp Allah Allah demesi gerekiyorsa başına balyoz yiyen kızların kadınların en önemlisi inananların karşısında da Allah Allah desin.
Gerçi siz o kutsal Gatanızda bu insanların bağışlayacakları organlarını da fişler içimize işlersiniz. Taaki diğer balyozu görüp biz bu sene ordumuzla umre ziyareti yapmayı düşünüyoruz diyene kadar!
2 Şubat 2010 Salı
Ayşe yi Beethoven Uğurladı
Mermer merdivenlerden çıkıyorum. İçimde anlamsız bir ürperti var. Bu ürpertinin sebebi birazdan bir üniversitenin kapısından girecek olmaktan mı kaynaklanıyor?
Neden ürperiyorum?
Bilime açılan bir kapı bir insana neden ürperti verebilir?
Sebebi, birazdan yüzyüze geleceğim kapıda beni bekleyen soğuk yüzler mi?
Öğrenci de değilim, üstelik gazeteciyim de... Bir keresinde gazeteci olduğum için gözaltına bile almışlardı bir üniversitede... Fotoğraf makinamı ve kimliği mi saklasam mı? Hayır, ne gerek var, gerekirse ´ziyaretçiyim´ der geçerim. Beynimi bu sorular kemirirken merdivenlerin sonuna geliyorum. Burası daha önce benzer ürpertileri yaşadığım kapılara çok benziyor, ama...
-Durun!
Bu ses bana ait. Evet, durun bir dakika, bu kapıda ellerii joplu üniformalı insanların olması gerekmiyor muydu? Ama yok. Hayret... Kapıdan benimle birlikte girip çıkan onlarca insan var. Neden kimse yüzüme, çantama, kılığıma kıyafetime bakmıyor. Kolumdaki fotoğraf makinası da mı hiç kimsenin dikkatini çekmedi acaba? Tamam anladım, güvenlik kameraları vardır, beni görmüşlerdir, birazdan gelip benim içeri giremeyeceğimi söyleyeceklerdir. Değil mi? Carnegie´nin ´en kötü ihtimali düşün, razı ol, gerisi kolay´ cümlesi aklıma geliyor, usulca kapıdan giriyorum.
HOŞGELDİNİZ, BURASI VİYANA!
İşte üniversitenin koridorundayım. Ama hala neden kimse müdahale etmiyor? ´Bu kadarı da fazla´ diye düşünürken koluma Yusuf Kara dokunuyor:
-"Nasıl buldunuz üniversiteyi?"
Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyor olmamdan anlamış olacak ki, tebessüm edip devam ediyor:
-´Hoşgeldiniz, burası Viyana!"
Ben Yusuf Kara´ya tebessümle ´anladım´ diye karşılık vermeye hazırlanırken koridora doğru bir kapı açılıyor. Bir kız öğrenci anfi ya da derslikten çıkıyor. Ama köpeğiyle birlikte! Biraz duraksayıp onu izliyorum. Koridorun kenarına geçip köpeğini azarlıyor:
-´Halt den mund´ ´Was habe ich dir gesagt?´ Kapa çeneni! Ben sana ne dedim!
Benim şaşkınlığım, Yusuf Kara´nın tebessümü katlanmaya devam ediyor.
Yusuf Kara, Wonder´in Başkanı... Avusturya´da Türkiye´den okumaya giden yaklaşık 1000 öğrencinin mihmandarlığını yapıyor. Törenin yapıldığı salonun önüne geldiğimizi işaret ediyor Kara...
Henüz bir kaç saat oldu Viyana´ya ineli.
Viyana Üniversitesi´ne gelme sebebim bir mezuniyet töreni. Bu töreni benim için önemli ve anlamlı kılan birden fazla neden var. Herşeyden önce, ilk kez bir Avrupa Üniversitesi´nde bir mezuniyet törenine tanıklık edeceğim. Daha önemlisi, Türkiye´de yaşayan her Türk vatandaşı gibi, bir devlet üniversitesinde başörtülü bir öğrencinin diploma töreninde bulunduğunu görmeyeli uzun yıllar oldu. Daha daha önemlisi şu an kapısının önünde durduğum salonda, arkadaşının mezuniyet törenini izlemeye gelen öğrencilerden biri de benim kızkardeşim. Bu yüzden şimdi gireceğim salonda, önce bir ağabey, sonra bir gazeteci olarak bulunacağım.
Büyük salon, ya da Festsaal...
600 yıllık, dünyanın en eski üniversitelerinden biri olan, insan dimağının hayal ederken bile kasıldığı 5-6 asırlık bilgi deryasının üzerinde oturan bir üniversitenin, Viyana Üniversitesi´nin kutlama salonu... Akademiden yana nasipli Viyanalılar´ın kutsiyet atfettiği bir mekan Festsaal.
Bu kapıdan kimler girmemiş ki...
GUSTAV KLİMT GÖRSE NE YAPARDI?
Şimdi gireceğim salonun duvarlarında ünlü Avusturyalı ressam Gustav Klimt´in parmak izleri var. Ne garip, oysa, şu anda bu kapının önünde duran bu Türk´ün hafızasında da derin izleri var Klimt´in.
Yalnız ve güzel ülkem açısından ne garip ve ne hazin bir tesadüf!
İşitme engelli olmasına rağmen üniversite okumaya azmeden kızkardeşim ülkemin üniversitesinde okumak için başını açmak zorundaydı. Dünyanın kirli seslerinden berî masum muhayyilesinin daha fazla zedelenmemesi için, verdiği kararın onun psikolojisini daha fazla yıpratmaması uğruna elimden gelen tüm desteği sergilemiştim.
Bu desteklerden biri de Gustav Klimt ile ilgiliydi. Başını açıp girmek zorunda olduğu Marmara Üniversitesi Takı Tasarım Bölümü´nde ´resim sanatının abide isimlerinden birinin de Gustov Klimt olduğu´ öğretilmişti. Hatta ülkemin üniversitesinin güzel sanatlar hocası, Klimt´in dünyasını daha iyi keşfetsin kardeşime bir de ödev yaptırmış, ben de bu ödevine yardım etmiştim.
Şimdi Klimt, kendi ülkesinde bir kez daha karşımda... Bu kez, Klimt hayranı üniversite hocalarımızın, Klimt gibi çağdaş ve batılı olmak uğruna üniversiteye almadıkları başörtülü çocuklardan biri, şu anda aynı Gustav Kilmt´in üniversitesinde, hatta ressamın Viyana Üniversitesi´nin tavanını süslemekle görevlendirildiği büyük salonunda diploma alıyor.
Yalnız ve güzel ülkem açısından ne hazin tesadüf!
ANA GİBİ AĞLAYAN BİR KADIN
Salonun kapısı açılıyor ve sessizce içeri süzülüyoruz. Göz ucuyla, tavandaki Klimt ve çağdaşlarının eserlerine bakıp sevgili ülkemin çağdaş hocalarına müstehzi bir tebessüm gönderdikten sonra protokol sıralarına doğru geçiyorum.
Salon tıklım tıklım dolu... Koltuklar, neredeyse bir olimpiyat stadı kadar rengarenk. Viyanalı öğrencilerin ailelerinin aralarında Afrikalı, Türk, hatta Çinli öğrencilerin aileleri var.
Ama en ön sıradaki Anadolu kadını dikkatimi çekmekte gecikmiyor.
Gözlerinden aşağıya doğru süzülen yaşları farketmemek ne mümkün.
Öyle aktrisler gibi ağlamıyor bu kadın..
Gözleri sahneye kilitlenmiş bu kadın, bir ana gibi ağlıyor!
Sahnede gördüğü her neyse, onun sevincini paylaşacağı eşini, dostunu, binlerce kilometre uzakta bırakıp gelen bir ana gibi ağlıyor.
Şimdi gözlerim sahnede, o gözyaşlarının failini arıyor.
Gördüm onu... O failin gözleri parlıyor.
"Lanet olsun yasağınıza da, ikna odalarınıza da, bana ülkemden uzakta, sevdiklerimden uzakta diploma töreni yaptıranlara da, bitirdim işte! Bitirdim" der gibi parlıyor. Sevinçten parlıyor, mutluluktan parlıyor, başarmış olmanın gururuyla parlıyor.
Bu gözlerin sahibinin adı Ayşe Şahin.
Kelimenin tam anlamıyla ´tarihi salon´, senelerdir alışageldiği bu ´tarihi´ mezuniyet törenlerinden birine daha tanıklık ediyor. Sadece ben yabancıyım oysa bu duruma... Her mezuniyet töreninde, bir gün aynı heyecanı yaşayacak olmanın heyecanıyla sıraları dolduran başörtülü kız çocuklarının ve gözleri ışıl ışıl parlayan imam hatip liseli delikanlıların kalplerinin tir tir titremesine hiç yabancı değil bu salon.
ÖZGÜRLÜĞE AĞIT VAKTİ
Kürsüde siyaset biliminin başında olduğunu öğrendiğim Prof. Dr. Dieter Segert var. Almanca bir şeyler söylüyor.
Almanca kelimelerin arasında bir de Ayşe sözcügü geçiyor.
Bizim Ayşe bu. Düzce doğumlu, aslen Erzurumlu, imam hatip lisesi mezunu, Bilgi Üniversitesi´nden terk, klişe tabirle bir ´başörtüsü mağduru´
Bizim Ayşe, Anadolulu Ayşe, yerli batılıların kalbini titreten Viyana´da ´doktora´ diplomasını alıyor. Şimdi elinde kocaman diploma kutusu var.
Bu kutuda sadece doktora diploması yok. Bu kutuda inandığı değerler uğruna, binlerce kilometre öteye hicret eden, gurbete giden, çile çeken, hasret çeken ama yılmayan, usanmayan genç bir kadının koca yürekli kalbine verilen nişan var.
Şimdi konuşmalar bitiyor, sadece salondaki profesörler değil, Ayşe´yi uzaklara yollayan profesörler de susuyor, ve sadece alkışlar yükseliyor.
Ardından sahneyi Beethoven alıyor. 1923 yılında yazdığı 9. senfoninin bitiş bölümüyle son sözü söylüyor.
Beethoven´in söylediği ülkemin değil, Avrupa Birliği´nin Marşı...
Beethoven, ülkemin bir evladının neşesine ortak oluyor: Oder an die Freude... Neşeye övgü, ya da Özgürlüğe ağıt!
Konuş Beethoven... Bu neşe övgüyü, bu özgürlük ağıtı hakediyor. Beethoven susuyor, tören bitiyor.
TORUNLARA ANLATACAK HİKAYEM VAR!
Henüz liseyi yeni bitirmişsiniz, aynı sınava girdiğiniz, aynı sorulara cevap verdiğiniz arkadaşlarınızla aynı puanı almışsınız. Ama arkadaşınız ailesinin, akrabalarının, dostlarının yanı başında üniversite okumaya devam ederken siz 16-17´nizde gurbetin yollarına düşüyorsunuz. Dil öğrenmeniz gerekiyor, karşınıza çıkan imkansızlık, yokluk gibi sınavları da geçmek zorundasınız. Olsun, bu da geçer diyorsunuz, ama seneler de geçiyor. Akranlarınız hayatta 1-0 önde olmaya devam ediyor. Evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor, kariyer basamaklarını tırmanmaya çoktan başlıyor. Üniversiteyi, yüksek lisansı bitirince siz de yanınızda artık derdinizi paylaşacak bir omuz arıyorsunuz.
Bu dokuz yıldır gurbette olan Ayşe ile yine bir o kadar sene vatan özlemi çeken Zeki gibi bir çok gencin ortak hikayesi...
Ayşe ve Zeki dört yıldır evli ve bugün iki çocukları var. Akranları hala önde olsa da, onların torunlarına anlatacak büyük bir gurur hikayeleri var.