Sümbül Ebrusu

Sümbül Ebrusu

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Şehit Sayısı 16 ya yükseldi

   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.

İsrail Tv leri ölü sayısı 16 olarak reuters tarafından saat 08:03 itibariyle duyruldu.

Ya Rabbi Gemideki Kardeşlerimize Yardım  Et. israili kahreyle

cnbc yi protesto ediyorum

resmen israil devlet ajansı gibi haber yapıyorlar yazıklar olsun.
   Kahrolsun İsrail.

İsrail Kendi Kazdığı çukurda İnileye inileye geberecek

İtler ne kadar ürürlerse bilin ki seher vakti o kadar yakın demektir.

Not sabah 05:00 den beri gözüme uyku girmedi devamlı tv başındayım    Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail. Ya Rabbi Gemideki kardeşlerime Yardım Eyle....

Reuters ajansına göre 10 kişi Katil İsrail askerleri Tarafından ŞEHİT edilmiştir. Tüm İSLAM Dünyasının Başı sağolsun...

Başbakanımızdan Acil MÜDAHALE istiyoruz .

İNSANLIK AYAĞA KALK ONURUN GAZZE AÇIKLARINDA İSRAİL TARAFINDAN KURŞUNLAR VE BOMBALAR ALTINDA SUYA GÖMÜLÜYOR...............................

İsrail Sonunu Hazırlıyor

Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   
Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.   Kahrolsun İsrail.  

21 Mayıs 2010 Cuma

Laiklik uğruna tutuklanan askerler! ( Mümtazer Türköne )


Mümtaz bey e eline ve kalemine sağlık diyoruz, ülkemizin bu ergenekon ve hıyanet içindeki bazı kurum mensupları hakkındaki yazısı aslında halkın büyük bir çoğunun dillendirdiği bir konu. Cesaretinden ötürü Mümtaz beyi tekrar tebrik ediyor sizi muhteşem yazısı ile başbaşa bırakıyorum.
"TSK, bu süreçten güçlenerek çıkacaktır" diyor, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ. Ne diyelim? İnşallah. Bahsettiği, Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanan askerler.

Bizim soracağımız soru şu: TSK güçlenerek çıksın da, ya Türkiye? Türkiye bu bataklıktan nasıl çıkacak? Güçlenerek mi, zayıflayarak mı? "TSK güçlenerek çıkarsa, Türkiye de güçlenir" cevabını verenlerin biraz durması lâzım. Çünkü Genelkurmay Başkanı başka bir şey söylüyor.
19 Mayıs münasebetiyle Genelkurmay Başkanlığı'nda bir panel düzenlenmiş. Bu panelde Altemur Kılıç, "Orduyu yıpratmak için, içeriden dışarıdan yapılan saldırılar beni çok üzüyor. Her asker tutuklandığında canımdan can gidiyor" demiş. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ise Kılıç'ın bu duygularına saygı duyduğunu ve paylaştığını belirtiyor. Kendi düşüncenizi başkasına söyletme esnekliği var bu paylaşımda. "TSK bu süreçten güçlenerek çıkacaktır" sözünü de, bu duygularının peşinden ifade ediyor.
Soruyu şöyle sorsak: "Her asker tutuklandığında Türk milleti ne düşünüyor?" Şahsen ben, her asker tutuklandığında, özellikle general rütbeli askerler tutuklandığında cumhuriyet savcılarına ve onları tutuklayan mahkemelere "helal olsun" diyorum. Savcılara ve yargıçlara olan saygım ve hayranlığım artıyor. Hepimizin yargıya güveni artmıyor mu? Kolay değil; emrinde bir yığın asker ve silah olan bir komutanı tutukluyorsunuz. Bu tutuklama kararları hakkında elinizde sağlam deliller yoksa, siz bir delisiniz. Yok eğer her sanığa uygulanacak prosedürü, gözünüzü kırpmadan ve mahkeme binasının üzerinden sesten hızlı uçan jetlere rağmen uyguluyorsanız sizler birer kahramansınız. Sizler varken, sizdeki bu cesaret ve güçlü adalet duygusu hükmünü icra ederken bu milletin sırtını kimse yere getiremez.
Bir asker tutuklandığı zaman, işte bu yüzden ve askerleri çok sevdiğim halde benim canımdan can gitmiyor. Silaha galebe çalan hukukun gücü adına iftihar ediyorum. Adalet, silahlı güçten korkmuyor. Beni yani halkı korumak adına cesaretle işini yapıyor. Bir asker suç işlemişse veya ceza prosedürüne göre hakkında kuvvetli emareler varsa tutuklanmalı. Asker olmasına rağmen tutuklanmalı. Şayet suç işleyen başka insanlar gibi tutuklanamıyorsa, ona farklı bir muamele yapılıyorsa, işte o zaman hepimizin canından can gitmeli. Bu ülke adına, geleceğimiz adına karamsarlığa kapılmalıyız.
Genelkurmay Başkanı'nın verdiği "TSK bu süreçten güçlenerek çıkacaktır" hükmünü de mutlaka bu çerçevede algılamalıyız. Hukuk hükmünü icra edecek. Eğer suç işleyenler varsa, rütbesi ne olursa olsun adalet önünde hesap verecek. Böylece TSK, bu tecrübeden dersler çıkartarak bünyesinde görev alan herkesin hukuka sonuna kadar riayet ettiği bir kurum haline gelecek. Böylece biz, içinde suçlu barındırmadığı için ordumuza güveneceğiz. Suç işlemeye niyetlenenlerin bu kurumun çatısı altında barınamayacağını bileceğiz. Öyle değil mi? Bunun aksini söyleyecek ve savunacak birinin vatanseverliğinden söz edilebilir mi?
Askerlerin bağımsız yargı tarafından tutuklanmasından rahatsız olmak ve TSK'nın bu süreçten güçlenerek çıkacağına inanmak biraz zihnimizi karıştırıyor. Ama daha fazlası da var. Genelkurmay Başkanı rahatsızlığını, Altemur Kılıç'ın sözleri üzerinden ifade ettikten hemen sonra laik bir duruş sergiliyor: "Türkiye'de herkes Anayasa'nın 24. maddesine uygun hareket ederse Türkiye'de sorun kalmaz" hükmünü veriyor. Bilmeyenler için, "kimsenin devletin sosyal, ekonomik, siyasî, hukukî temellerini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramayacağı" şeklinde Anayasa'nın bu hükmünü açıklıyor.
"Tutuklanan askerler" ile Anayasa'nın 24. maddesi arasında nasıl bir ilişki var? Onlar, Anayasa'nın bu hükmünü korurken mi tutuklandılar? Artık bıktık, usandık. Asker dediğin mertçe konuşur. Ne diyorsunuz? Kimi kastediyorsunuz? Tutuklanan askerler, laikliği korudukları için mi tutuklandılar? 3. Ordu komutanı, laikliği koruduğu için mi, mahkemenin karşısına çıkmıyor?
Türkiye'yi korumak, güvenliğini sağlamak ve tek parça halinde tutup güçlü bir ülke haline getirmek için hepimizin hukuka ve adalete ihtiyacı var. "Askerleri bile" tutuklayabilen yargı, Türkiye'nin güvenliğine TSK'dan daha fazla katkıda bulunur. Bırakın Türkiye bu süreçten güçlenerek çıksın.





MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE



m.turkone@zaman.com.tr

10 yıl sonra Bağdat nasıl olacak?


Vurulduğu gecenin sabahında, Bağdat’ın semaları kızıl alevler içinde yanıyordu.

Bağdat’ın bütün camilerinden bir anda ağıt makamında Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlıyordu. Bu ezanlar, dünyaya naklen Bağdat’ın kimliğini haykırıyordu.
Öyle acıklı, öyle hüzünlüydü ki Bağdat’ın hâli!  Dicle Nehri, Bağdat’ın ortasından gözyaşının yanaktan süzülmesi gibi süzülüp akıyordu.
Haftalarca böyle, Bağdat’ın semalarında ezanlar acı acı inledi. Ve haftalarca Dicle, hüzünle ağladı. Ve haftalar sonra binlerce can veren Bağdat düştü. Sanki diktatör bir babanın zulmünden kurtulmuş, yabancı birisine evlatlık verilmiş gibiydi Bağdat. Bağdat sahipsiz bir yurt gibi bombalandı, yağmalandı. Dicle günlerce ağladı, aktı.
Bağdat’ın semalarında dolaşan serseri füzeler, bombalar sustuğunda, bu kez Bağdat’ın caddelerinde serseri talanlar yaşandı günlerce. Diktatörlük zamanının kinleri, içlerden yol bulmuş, kara bir öfke şeklinde caddelere taşmıştı. Huzurun şehri olan Bağdat, ölümün şehri olmuştu.
**
Geçenlerde İsmail YK diye bilinen sanatçının Kuzey Irak’taki konserindeki izdihamı görünce Irak’ın işgal günleri geldi gözlerimin önüne. Sonra hayalen on yıl sonrasına gitmeyi düşündüm.
Buyurun!
Savaş bitmişti, talan dinmişti. Arkadaşım Kemal ile Bağdat’taydık. Akşam olmak üzereydi ve biz büyükçe bir otele yerleşmiştik.
İlk işim akşamın kızıllığında Bağdat’ı kuş bakışı seyretmek oldu. Henüz eski ışıltısına kavuşmamıştı ama yine de muhteşem görünüyordu Bağdat. Şehrin havasında garip bir belirsizlik vardı. Sanki yeni bir fırtına öncesinin sessizlik seziliyordu havada. Şehrin ortasında sakin akan Dicle, haftalardır akan kanları yıkayıp temizlemiş gibiydi.
Gün, yüzünü karanlığa dönerken Bağdat semalarına dört bir yandan ezan sesleri yayılmaya başladı. Yine hüzünlü yine acıklıydı ezanlar. Ezanlar; sanki yakasında yabancı eli varmış gibi bir garip okunuyordu.
O gecenin sabahı, daha  günün ilk ışıklarıyla beraber Salim ile Bağdat’ın sokaklarını dolaşmaya başladık.
 Düşmüş bir ülkenin yıkılmış şehrinde geziyorduk. Şehir; zenginken fakir düşmüş bir insanın garip halini andırıyordu. Zilleti kabullenemeyen ama zillete düşmüş bir hali vardı şehrin.  Yer altı petrol denizi olan bu ülkenin, yer üstünde petrol en değerli nesne olmuştu.  İşgal, binaları havalara uçururken fiyatlar da havalara uçmuştu.
Şehirde her şey sil baştan olmuştu. Ne eski askerler asker, ne eski memurlar memur, ne seki polisler polis, ne de eski ülke,  ülkeydi. Yalnız insanlar aynı, çocuklar aynıydı.
Çocuklar şehrin yıkılmış, kirlenmiş sokaklarında bilye oynuyorlardı eskiden olduğu gibi. Sokaklarda birikmiş çöp yığınlarının arasında hayat yine akıyordu. Acılar, kanayan yerinden yokluk içinde sarılıyordu.
Ağlamak da gülmek de insanlara özgüdür. Bu yıkılmışlık ve belirsizlik içinde insanlar yine de gülecek eğlenecek bir şeyler buluyorlardı. Bombardıman sırasında evlerine kapanan insanlar, yeni oyunlar öğrenmişler. Patlayan bombaların sesini duymamak için pinpon öğrenmiş kimisi.
Evlerinde suları akmadığı için, yine imdatlarına Dicle’nin suları yetişmiş. Bu sayede temiz yüzleriyle gülmeyi unutmamış çocuklar. İnsanlar; sıcak bir merhabaya karşın, yüreklerinin ve evlerinin kapılarını açmayı unutmamışlar yine de.
 Patlamaların etkisiyle, beyazla siyah daha da belirginleşmiş. Kimi kötü tabiatlı insanların içlerinde sakladıkları ırkçılık duyguları patlayıvermiş bir anda. Birbirlerine açtıkları kolları birbirlerine karşı silah tutar olmuş şimdi. Bir diktatörün başlarına balyoz gibi inen yumruğunu, eşlerinin yanında evlerinde, başlarına çuvalların geçirilmesine yeğ tutar olmuş insanlar.
Geniş avlulu camiler, türbeler, evlerin avlusundaki palmiyeler, hurma ağaçları; sokaklarında her ne kadar Coni ismindeki askerler dolaşsa da, hep Bağdat’ın kimliğini anlatıyor, ‘’Burası Bağdat’’, diyordu. Coniler her ne kadar Bağdat’ın sokaklarında gezerken ‘Burası artık bizim’’ dercesine gezseler de yine de bu caddelerde iğreti duruyorlardı.
Kuşlar yine cıvıldaşmaya başlamıştı. Her ne kadar, insanların yüzlerine umutsuzluk yansımış olsa da, yine de içlerindeki inanç çekirdeğinde bir umudu saklar görünüyorlardı.
Bağdat zaman zaman, her ne kadar kendine yabancı insanların istilasına uğramışsa da ruhuna İslam sinmişti. Dicle, çöl sıcaklarına Anadolu’dan manevi bir serinlik taşımaktaydı sanki bu şehrin bağrına. Genç kızlar yine de beyaz gelinliklerine bürünmenin heyecanını yaşıyorlardı. İnsanlar bu beldenin manevi koruyucularının olduğuna inansalar da Coniler bunun farkında değillerdi. Bağdat’ın caddelerinde gizemli bir umut görmüştük o gün.
Otele döndüğümüzde Kemal ile günün değerlendirmesini yapıyorduk.  Yeni Irak televizyonları bir bir açılmıştı.  Bizdeki magazin salgını sanki buraya da bulaşmış gibiydi.
Kemal:
— Biliyor musun, dedi, bu ülkede neler olacağını şimdiden çok iyi tahmin edebiliyorum.
Salim’in yüz ifadesinde sanki geleceği okuyan bir kahin edası vardı. Kızmıştım, ukalalığıyla dalga geçtim:
— Ne o, bir gün Bağdat’ta dolaşınca, Alaaddin’in Lambası’nı mı buldun yoksa?!
Benim, alay etmeme hiç aldırmadan devam etti Salim:
— Bak göreceksin! Yakında Irak televizyonları, güzellik yarışmaları tertip edecekler. Dünya güzellik yarışmasına katılan Irak güzelini de dünya güzeli seçecekler. Delikanlıların ve genç kızların peşinden sürükleneceği sahte pop ilahları oluşturacaklar. Sonra, devletin imkanlarıyla yeni kurulan sistemin yanlıları zengin edilerek, yeni bir burjuva sınıfı oluşturulacak. Sistem onlara devredilecek onlar da taşeron görevini üstlenecek. Bu insanlar saltanatlarını yürütmek için halkı kamplara bölecekler. Yakında ilerici-gerici kavgaları başlayacak. Filmlerde din adamları hep aşağılanacak. Açıklık- saçıklık bir meziyetmiş gibi toplumun önüne sunulacak. Köşe başlarındaki gazete bayilerinde boyalı gazetelerin sayısı artacak. Petrolün bol olduğu bu ülkede enflasyon canavarı azacak, peşinden ahlaksızlık artacak, insanlar birbirleriyle dayanışmayı kesecekler.
Belki söylediklerinde gerçek payı vardı ama bu felaket tellallığına daha fazla dayanamadım.
— Dur! Dedim.
İşine gelmedi değil mi, gibilerden yüzünü buruşturdu. Konuşmasına fırsat vermeden söze girdim.
— Kardeşim sen kendini kahin zannetmeye başladın. Azcık kendine hakim ol. Her film, her ülkede aynı rağbeti görmez. Hem sen İlahi Takdir’i neden göz ardı etmektesin. İnsanlar böyle planlar kurabilir. Ama bu aynen olacaktır demek, Hakk’ın iradesine saygısızlıktır. Her şey ancak Allah izin verirse olur. Biraz da iyi yönlerinden baksana.
Salim bana manalı manalı bakarak devam etti:
— Sence bu olayın  iyi gözüken bir tarafı var mı?
— Evet var, dedim. Belki on yıl sonra bu dediklerinin bir kısmı bu toplumda ortaya çıkacaktır. Ama bu olay içte olanın dışa yansıması şeklinde de değerlendirilebilir. Aslında diktatörlüklerde içe kapatılan bir toplumun ne kadar bozulduğu görülmez. Kalın duvarların ardındaki bozulma görülmez. Duvarlar kalkınca insanların bozulduğunu düşünürsün ama gerçekte insanlar içte olanları ortaya dökmüşlerdir. Ayrıca diktatörlüğü İslam’ın neresine koyabilirsin. Aslında o da İslam  adına bir bozulmuşluktur. Ben senin gibi düşünmüyorum. Bence insanlık erdemleri daha da ortaya çıkacak. Daha da düzelmeler olacak. İnsanlar sahip oldukları inancın adamı olmak için nefislerine karşı mücadele vermeliler. Belki de bütün bu yaşananlar, farkında olunmayan bir nimetin farkına varılması içindir.
Her şey senin düşündüğünün tersi de olabilir. Yani belki de bu işgal, birçok Amerikalı’nın İslam’la tanışması için bir vesile de olabilir. Amerika’nın dönüşümü için bir dönüm noktası olabilir. Biliyorsun biz Türkler de Müslümanlarla yapılan Talas Savaşı’ndan sonra İslam’la şereflendik. Bağdat’ı işgal edip yakıp yıkan Moğolların bir çoğu İslam’la şereflenmediler mi bizim gibi. Demek bu beldenin böyle bir özelliği var. İçine giren, girdiği gibi çıkmıyor.
Bu kez de Kemal bana alaycı bir gülümseme fırlattı.
— Çok hayalperestsin. Binlerce insan bozulurken birkaç Amerikalı’nın müslüman olmasının ne önemi var ki?
— İyi de dostum, dedim, ...müslüman islam topraklarında doğdu diye avantajlı mı olmalı?  Müslüman, imanıyla hiç imtihan olmamalı mı?  Belki bu işgal bir elek görevi görecek. Elmasla kömürün farkını ortaya çıkaracak. Hem bu musibet, insanların imanında zaafiyet başladığı için bir toparlanma uyarısı da olabilir.
Kemal, ikna olmamış bir edayla kaşını kaldırıp başını salladı ve ‘’Göreceğiz’ dedi.
İkna olmadığını  görünce devam etme gereği duydum:
— Sevgili dostum, dedim. Bu şehir ne Hülagûlar, ne ateşperestler, ne istilacılar gördü.  Hani neredeler? Hani onların evlatları neredeler? Hepsi İslam’ın nuruyla eridiler. Her şeye rağmen bin beş yüz yıldır bu şehrin İslam kimliği değişmedi. Bu ezanlar bu şehrin toprağını bile İslam’la yoğurdu.  Bu çöllerin her bir kum taneciğinde bile İlahi bir seda saklı. Unutma Güneş hiçbir zaman batmaz. Gece ancak dünyanın dönmesiyle olur. İnsanlar dönmezse, ahiretleri gece olmaz. Güneş bu beldelerde doğmuştur. Onun için batmaz.
Sonra bu şehirdeki güneşin diğer ışıklarını görmedin mi? Bir Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin ışığını bu şehirden nasıl söküp atabilirler? İstanbul’un ruhundan Eyup Sultan’ı Bizanslılar silip atabildiler mi? Yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmadı mı o ruh?
 Konuşmalarımız Bağdat gezisi boyunca böyle uzayıp gitmişti.
**
Aradan on yıl geçmişti.
 Salim ile yine Bağdat’taydık. Bağdat’ın semalarını yine Ezan-ı Muhammedi, o huzur veren nağmesiyle dokuyordu. Şehir, muhteşem güzellik ve cazibesiyle büyülüyordu.
Günlerden cumaydı. Arabamız şehrin en işlek caddesinden ilerlerken; Salim bir yandan beni dürtüyordu.
— Bak gördün mü köşe başındaki büfeyi. Her taraf boyalı gazete ve mecmualarla dolu. Ya şu  hippi kılıklı  Bağdatlı kıza ne diyorsun!?
Sanki zafer kazanmış kumandan gibi kasılıyor, haklı çıkmış olmanın gururuyla bana burun kıvırıyordu.
— Dostum, dedim, hippiye benzemeyenler hâla çoğunlukta dikkat etsene!
  Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin camisine gittik. Camide mahşeri bir kalabalık vardı. İçime bir ferahlık yürümüştü. On yıl önce kısmen tahrip olan caminin  ön avlusunda muhteşem bir düzenleme yapılmıştı. Avlunun giriş kapısında bir levha asılıydı. Levhada; ‘’Bu caminin dış düzenlemesi Amerikan Müslümanları tarafından yapılmıştır’’ yazıyordu.
Heyecanla Kemal’e bir dirsek attım. Galiba biraz dozunu da kaçırmıştım heyecandan. Canının yandığı yüz ifadesinden belli olmuştu. Tabelayı okuması için işaret ettim. Cami avlusunda Iraklılara benzemeyen birçok sima vardı. Önce bunların Amerikalı turistler olduğunu düşündük. Sonra bunların Bağdat’ta yaşayan Amerikalı müslümanlar olduğunu duyunca içim kabardı. Artık Salim’e dirsek atarak bir şey ispatlamak zorunda değildim. Herşey ortadaydı. Aslında manzara çok da garip değildi. Zaten biz Türkler de İslam’ı  Müslüman Araplarla savaşırken öğrenmemiş miydik?
Camiye girdiğimizde ezan okunuyordu. Müzezzinin içli sesinden süzülen Ezan-ı Muhammedi caminin içini çınlatıyor, Bağdat’ın semalarını süslediği gibi içimizi de süslüyordu. İç ezanla birlikte  saf tutup namaza durduk.
 İki yanımızda ve önümüzde Amerikalı müslümanlar da bizimle beraber saf tutmuşlardı. Bağdat’ın büyüsünün buradan yayıldığını anlamıştık. Endişeye mahal yoktu.
İslam, mıknatıs gibidir. Onun ışığına yaklaşanlar, mutlaka o ışığın bir parçası olurlar.


20 Mayıs 2010 Perşembe

Kamil Koç Konya Seferlerine Başlıyor

Kamil Koç Konya Seferlerine Başlıyor


Ulaşım Sektörünün lider Markası  Kamil Koç 04.06.2010 Tarihi itibariyle Konya Merkezli Seferlerine başlayacaktır.


27.05.2010 Perşembe Günü Ankara  Konya ve Alanya  arasında Diamond 2+1 otobüsler ile Konya merkezden Startını verecek olan Kamil Koç ayın 4 ü itibariyle Konya merkezli İstanbul Ankara İzmir (Afyon Uşak) Aydın (Isparta ,Denizli), Bursa (Kütahya) Çanakkale ve Alanya Seferlerine başlayacaktır..




Bu konu ile ilgili diğer haberler için tıklayınız




mtgahlatt42

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bahattin Yıldız ın ardından


İlk duyduğum anda TV da aralarında ihh görevlilerinin de bulunduğu bir uçağın afganistanda Salang geçidinde düştüğü şeklindeydi... o gün hiç aklıma gelmemişti Bahattin abininde onlardan birisi olacağı ertesigün internet sayfalrını karıştırırken beynimden vurulmuşa döndüm... Bahattin Abi uçağın içindeymiş. Şahsen hiç bir tanışıklığım yok ama Bahattin abi sessiz bir efsane gibiydi.. Hala inanamıyorum.  Bahattin abimiz çok sevdiğin afganistanında Şehadet şerbetini içtin..


Aşağıda bununla ilgili bir yazı var: iki kısım.


Bir 'yıldız' daha kaydı aramızdan…
Erzurum’un en soğuk günlerinin biriydi. Yıldız semtindeki öğrenci yurdunda ısınma yok, su yok, yemekhanesi yoktu. Anadolu’dan gelen öğrenciler barınıyordu sadece burada, kirası ucuz diye.
Palandöken bembeyaz kardan bir giysiye bürünmüştü. Erzurum’un soğuğu bıçak gibi kesiyordu her yanı. Adeta nefesiniz donacak gibiydi. Su boruları dondan dolayı çalışmıyordu. Karları eriterek çay demledi arkadaşlar bize. Çaylarımızı yudumladıktan sonra iliklerimize kadar üşüdüğümüzü fark ettik.
Ankara’daki yurtta bizim her şeyimiz vardı. Sıcak su, kalorifer, üç öğün sıcak yemek ama yinede bazı ehli keyf arkadaşlar yemeklerden şikayetçi idi. Halimize şükrettim. Şikayetçi olan arkadaşlar, bir hafta bu yurtta kalsalar, acaba yine de şikayetlerine devam ederler mi, diye düşündüm.
Ben, burada tanıdım Bahaddin Yıldız’ı önce. Burada dostluğumuzun ilk temel taşları atıld, harcı kar suyundan demlenmiş sıcak çay ve dava arkadaşlığından oluşuyordu.
1975 yılında İzmir İmam- Hatip Lisesi’ni bitirmiş ve Erzurum Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne kaydını yaptırmış ve 1987 yılı Afganistan dönüşü okulunu bitirmişti.

78 kuşağından Bahaddin Yıldız’ı tanımıyan yoktur Erzurum’da ve üniversitesitede ve Akıncılar arasında. Hicri 1400 yılı dolayısıyla Mehmet Öztürk’le birlikte Erzurum’dan Ankaraya kadar maraton koşmuşlardı. İyi bir maratontoncuydu.
Palandöken dağları onun nasıl kayak yaptığına şahittir. Ve onun nasıl adam gibi bir Akıncı  olduğunu, dostları da düşmanları da çok iyi bilir.

Akıncılar İzmir Teşkilatı Başkanlığı sırasında Bahaddin Yıldız, sadece İzmir ile değil tüm Ege bölgesini kuşatan bir çalışma yapıyordu. O, 20. yılın dervişi idi. Kendisini tanıyan herkes gibi ben de, mütevazi, sessiz, kimseye zararı dokunmayan, inançlı, imanlı, davasına ve kavgasına sadık, korkusuz mangal gibi bir yüreği olan bir Müslüman olduğuna şahadet ederim.
Kendisinin çok yakın bir dostu olarak, hiçbir zaman makam, mevki, rütbe, şan, şöhret, zenginlik..vs. gibi nefse hoş gelen dünyalık değerlere boyun eğmediğini ve onlara asla pirim verme bayağılığa düşmediğini bilirim.
Dost ve arkadaşlarına karşı vefalı ve sadık biri idi… 12 Eylülden sonra bende yurt dışına çıkmak zorunda kalanlardanım. Dost ve arkadaşlarımdan çok azı annemi ve kardeşlerimi ziyaret etmiştir. Bahaddin o vefalı dostların başında gelir. Yaşlı annem başta olmak üzere bizim evde herkes Bahaddin’i bilir. Sanki ailemizin bir ferdi gibidir. Ben 10 yıl ülkeme giremedim. Bu süre içinde  Bahaddin hep annemi arayıp ziyaretine gelmiş. On yıl sonra annem bana, ‘oğlum sen bayramlarda evimizde yoktun.Ama; arkadaşın Bahaddin Allah razı olsun senin yerine hep beni ziyarete geldi’ dediğinde ne kadar mutlu olduğunu ve olduğumu tarif edemem.
Belki de O çağımızın bir Ebu Zer’i gibiydi desem yanlış olmaz. Ve, O’nu yakından tanıyanlarda bana hak verirler sanırım…
Kuşağımızın eli kalem tutan, kalemin hakkını veren ve namusuna sahip çıkan arkadaşlarımızın önde gelenlerinden biri oldu hep.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Ahmet Altan Hainlerin Kim Olduğunu Ortaya Çıkardı

Ahmet Altan Hainlerin Kim Olduğunu Ortaya Çıkardı

Altan: Dinleyin Orgeneral Başbuğ!

İşte Ahmet Altan'ın Taraf Gazetesi'nde yayınlanan bugünkü köşe yazısı.

Edep sınırlarını epeyce aşan, saygısız ve küstah bir üslupla bizi 'hainlikle' 'mütareke basınından da beter olmakla' suçladınız.

Ciddi bir 
ülkenin ciddi bir genelkurmay başkanı, birisini 'hainlikle' suçladığında mutlaka elinde kanıtlar vardır ve hainlikle suçlanan adam derhal bu ağır suçtan yargılanır.

Ama siz ciddi biri olmadığınız, 
mahalle kahvehanesinde konuşur gibi aklınıza geleni söyleyip, suçlamalar uydurduğunuz için, hayatlarını 'asker yandaşlığına' hasretmiş bir iki utanmaz yazar taslağından başka kimse sizi ciddiye almadı.

Söyledikleriniz en fazla, 'hain olduklarını genelkurmay başkanından 
öğrendiğim adamlar kanıma dokunduğu için onları vurdum' diyecek bir yeni yetmenin herhangi bir girişimine 'altlık' olmaktan fazla bir anlam kazanmadı.

'İhanet' ciddi bir suçtur.

Darbe planı 
hazırlamak 'ihanettir' mesela.

1 Mayıs'ta insanların üzerine ateş açmak ihanettir.

Ülkeyi 'kaos ortamında' tutmak için katliamlar düzenleyip karışıklıklar çıkarmak ihanettir.

Danıştay cinayetinde, kamera görüntülerini silerek bütün ülkeyi yanıltıp çatışmaları kışkırtmak ihanettir.

Dağlıca baskınında, resmî belgelere de yansıdığı gibi PKK militanlarının geçeceği yolun üstündeki mevzileri boşaltıp, onca çocuğun ölümüne yol açmak ihanettir.

Aktütün'e, gelen PKK'lılar 'uydu görüntüleriyle' saptandığı halde saldırıyı caydıracak önlemler almayarak karakoldaki çocukları ölüme teslim etmek ihanettir.

Bu 'suçların' bir kısmı bugün artık yargıda.

Diğerleri de Türkiye demokratikleştikçe teker teker yargının önüne çıkacaktır.

Şimdi gelelim, sizin bizi 'hainlikle' suçlamanıza yol açan Sarıyayla baskınına.

Bence de burada bir ihanet ve hainlik var.

Ama hainlik 'çocuklar neden öldü' diye sormak değil.

Hainlik, o çocukları ölüme terk etmek.

Şamil Tayyar ve Adem Yavuz Arslan, 'anayasa reformlarını engellemek amacıyla kaos çıkartmak için PKK'nın baskınlar düzenleyeceğini' yazarak nerelere baskın yapılacağını da liste halinde sıraladı.

Önce bu iki yazarın işaret ettiği Giresun'da patladı mayın.

Sonra Tunceli'deki karakol baskını geldi.

Ve, çocuklar o baskında öldü.

O baskının bütün hikâyesini, nasıl olduğunu, nasıl geliştiğini bugünkü sürmanşetimizde yazdık.

Oradaki karakol komutanıyla yardımcısı ve yanlarındaki neferleri, arkadaşlarını kurtarabilmek için sonuna kadar yiğitçe mücadele etmişler.

İnandıkları bir dava ve inandıkları bir meslek için canlarını vermişler.

Böyle yiğit ve fedakâr insanlar, dostlarının da düşmanlarının da saygısını kazanırlar.

Peki, siz ne yaptınız?

Tunceli'de baskın yapılacağını gazete yazarları bile bilirken, bu konudaki bilgiler bütün 'yetkililere' bildirilmişken siz nasıl bir önlem aldınız?

Size emanet edilen o çocukları ölümden kurtarmak, o baskını daha gerçekleşmeden durdurmak, baskını düzenleyenleri caydırmak için ne tür hazırlıklar yaptınız?

Bu soruya açıkça cevap vermeye sizin cesaretinizin yeteceğini sanmıyorum, onun için ben cevaplayayım.

Hiçbir önlem almadınız, hiçbir hazırlık yapmadınız.

Savunmasız bir yere, savunmasız bir şekilde kurduğunuz karakoldaki çocukları savunmasız bir şekilde bıraktınız.

Karakoldaki çocuklar, ellerinde yeterli imkân olmadığı için PKK'lıların civardaki evlere sızdıklarını bile zamanında fark edemediler.

Neden o çocukları korumadınız, neden baskın yapılacağını bile bile onları yetersiz silahlarıyla o dağın başında yalnızlığa terk ettiniz?

Neden baskın yiyen karakola ambulans bile geldiği halde yardım edecek kuvvetler gelmedi?

Nasıl oluyor da komutanızdaki ordu, bir ambulansın gittiği yere ulaşamıyor?

O çocukları 'yağmur yağdığı' için koruyamadığınızı söylediniz, askerlik tarihinde bir komutan için bundan daha utanç verici bir açıklama olduğunu sanmıyorum.

Bu açıklamadan sonra o bölgedeki karakollarda bulunan çocukların 'yağmur yağdığında' neler hissedeceğini, aklı eren biri size anlatsın.

Şimdi onu bunu suçlamayı bırakıp, sizi general yapan bu ülkeye anlatın, neden bir 'kaos planının' parçası olan saldırıları önleyecek tedbirler almadınız, neden o karakoldaki çocukları yetersiz silahlarla, yetersiz imkânlarla orada bıraktınız, neden o çocukların yardımına ambulanstan bile sonra gittiniz.

Bütün bu olaya baktığınızda 'ihaneti' nerede görüyorsunuz gerçekten siz; bunları yazanlarda mı, o çocukları korumayanlarda mı?

Siz, yapayalnız bıraktığınız, savunmasız koduğunuz, yardım göndermediğiniz, arkadaşları için yiğitçe ölen o çavuşun ve diğerlerinin ailelerine ne diyeceksiniz?

Öldü o çocuklar.

Söyleyin bize general, kimin yüzünden öldüler, hangi 'hainliğe' kurban gittiler...

AHMET ALTAN - TARAF

4 Mayıs 2010 Salı

TSK da Şehitlerin hesabını vermek zorunda. Burası dağ başı değil


Star gazetesinden ergun babahan birilerinin canını çok fazla sıkacağa benziyor . Elimi sallasam ellisi diyerek bu vatan evlatlarını bilerek ölüme götüren zihniyet sahibi firasetsizlere açık bir çek.. içini nasıl anlıyorlarsa öyle doldursunlar


Ergun babahanın yazısı:
Halk size canlarını veriyor siz hesap vermek zorundasınız  

Askerlerin hukukun üstünde oldukları, olan biteni kimseyle paylaşmadıkları dönem kapandı, kapanıyor.
Bu ülkede askerlik zorunlu bir görev.
Analar, babalar, yavuklular gözağrılarını hayatlarının baharında size teslim ediyor.
Onları teslim aldığınız gibi geri yollamak birinci göreviniz.
Eli ayağı tam ve tabut içinde olmadan.
Şimdi başta arkadaşımız Şamil Tayyar olmak üzere bir kısım gazeteciler, anayasa oylaması sırasında Tunceli, Giresun gibi bölgelerde saldırılar olabileceğini yazıyor.
Bunu kendi uydularından, dinleme cihazlarından aldıkları bilgilerle yazmıyor.
Devlete istihbarat sağlayan birimlerden alıyor.
Yani, bu bilgiler size de geliyor.
Ama bu istihbarat raporlarının gereği yerine getirilmiyor.
Bedeli gençler hayatlarıyla ödüyor.
Sizin ihanetle suçlama cüretinde bulunduğunuz medya olmasa, 4 askerin el bombasının cezai amaçla kullanılması sonucu öldüğünü belki de hiç öğrenemeyecektik.
Dağlıca baskınında karanlık noktalar bulunduğundan haberimiz olmayacaktı.
Yine askerlerimizi kendi mayınımızın öldürdüğünü de bilmeyecektik.Son dönemde kamuoyuna gerçekleri açıklamak konusunda ciddi sıkıntılarınız olduğu bir gerçek.
Önce bunu kabul edin.
Kuzey Irak ‘’BBG Evi’’ gibi iken, kendi ülkemizde 50 kişilik militan gruplarının, hem de istihbarat raporları varken karakol basabilmeleri kuşku uyandırıcıdır.
Bu kuşkunun hesabı sorulur.
Bu ülkede hayvan hakkı savunucusu hayvanseverler var.
Birinin başına bir iş gelince kıyamet koparıyorlar.
İzin verin de insan hakkı, insanın yaşam hakkını savunan insanlar da olsun.
Siz bir kamu görevlisisiniz ve insanların size emanet ettiği gençler istihbarat raporlarına rağmen can veriyorsa, size bunun hesabı sorulur.
Siz de hesap verirsiniz.
Hala bu hesabı soracak cesaret ve olgunlukta bir meclisimiz yok.
Ama çok şükür medyamız var, o da halk adına bunu soruyor.
Bu bir.
İkincisi sizin üstüne titrediğinizi iddia ettiğiniz hukuk konusundaki pervasızlığınız.
Evet herkes aksi ispat edilene kadar masumdur.
Ama siz bir darbe girişiminin lideri olmakla suçlanan emekli bir generali alıp Anıtkabir’e giderseniz, hukuka meydan okumuş olursunuz.
Mahkemeye baskı yapmış olursunuz.
Büyükanıt zamanında bunu doğrudan yapmış ve sonuç almıştı. Ama aradan geçen zaman bu yöntemin güç kaybettiğini gösteriyor.
Onun için gelecek kuşaklar tarafından hukuka, demokrasiye saygılı bir asker olarak anılmak istiyorsanız, Anıtkabir’i kimle ziyaret ettiğinize dikkat göstermenizi öneririm.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Asıl hainler ortalıkta dolaşan İftiracılardır


Taraf Gazetesi bugün çok güzel ve çarpıcı bir manşet atmış birileri hakkında orda yazanlara noktasına kadar katılıyorum.. Birileri meydanı boş buldu hergeleliğe soyunup ona buna iftira atmakla meşguller . Zamanında yerden fışkıran boruları da unutmadık unutmayacağız... Bu demogoloji yapan ortalığı karalayan kendi suçlarını başkalarına iftira atarak sıyrılmaya çalışanlara Ahmet necdet sezeri örnek olarak sunuyorum ömrünün sonuna kadar 1 evde toplumdan soyutlanmış olarak tıkılı kalırsınız ona göre


Konu ile ilgili haber7.com adresindeki haber aşağıdadır
haberin orjinaline ulaşmak için tıklayınız 
Taraf Gazetesi, Tunceli'deki hain saldırıyla ilgili olarak yapılan haberleri hainlikle suçlayan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a sür manşetinden sert bir üslupla cevap verdi.

Önceki gün Tunceli Sarıyayla jandarma karakoluna düzenlenen saldırıda 4 askerimiz şehit oldu.

Tunceli’de dört askerimizin şehit düştüğü saldırıyla ilgili soru işaretlerinin olduğu haberler üzerine bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, basının bir bölümünü dün hainlikle suçladı.
Dün Anıtkabir ziyaretinden sonra, son günlerdeki saldırıları ve kayıplar değerlendiren Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, terörle mücadeleye yönelikte her türlü eleştiriyi saygıyla karşıladıklarını belirtmiş ve  “Ancak bugün maalesef Türkiye'de basının bir bölümü, çok açık söylüyorum, İstiklal Savaşındaki mütareke basınını dahi aratacak seviyede. Ben inanıyorum ki mütareke basını dahi bu kadar hain bu kadar önyargılı değildi'' ifadelerini kullanmıştı.

kullan
İAMALARLA DOLU AĞIR SORULAR
Başbuğ’un ihanetle suçladığı sözlerine cevap bugün Taraf Gazetesi’nden geldi. Gazete, "Asıl hain, çocukları ölüme terkedendir" sür manşetiyle verdiği haberde,
Taraf'ın haberinde, İlker Başbuğ'un 1960'da TSK'ya giren devreleriyle
Anıtkabir'i ziyaret eden İlker Başbuğ'un, Ergenekon zanlısı emekli Orgeneral Hurşit Tolon'la aynı karede göründüğü fotoğrafın altında, "Başbuğ basını suçlamaya peşinde Hurşit Tolon'la gitti.
İki devre arkadaşı dün Anıtkabir'deydi." şeklindeki ifadeler dikkat çekti.
Başbuğ’a ağır ifade ve imaların bulunduğu 5 soru yöneltildi.

“Daha önce gazetelerde yer alan haberlere uygun biçimde düzenlenen saldırıları önlemeyen Genelkurmay Başkanı, bu durumu eleştiren basına 'hain' dedi. Ağzından çıkanı kulağı duymayan Org. Başbuğ'a soruyoruz..."diyen Taraf’ın yönelttiği sorular şöyle:

TUNCELİ'Yİ BODRUM MU SANIYORSUNUZ?
- Anayasa reformunu önlemek için kaos yaratma amacıyla belirli yerlerde saldırı yapılacağı gazetelerde yazıldı. Niye Giresun Tunceli ve Lice'de önlem almadınız?
- Tunceli'de saldırı ihbarı varken alarm verdiniz mi? Karakollar hazırlık yaptı mı?
- Niye baskına uğrayan karakola yardım 12 saat sonra ulaştı? Neyi beklediniz?

- Yağmur nedeniyle yardım gitmedi dediniz. Tunceli'yi Bodrum mu sanıyorsunuz siz?
- Yılın büyük kısmının yağmurlu, karlı, fırtınalı geçtiği bölgelerdeki karakollarımız Allah'a mı emanet? Onları korumak için her önlemi almak  göreviniz değil mi?
Haber 7
kullan