Sümbül Ebrusu

Sümbül Ebrusu

8 Nisan 2010 Perşembe

M. Kamal in kurduğu muz cumhuriyeti Türkiye mi demokrattı Osmanlımı










Şahsen kendisini sevmesemde saygı duyduğum fikirler,n,n ürünü olan yazılarından enfes bir yazı daha ben geç okudum 1 sene sonra inşaallah sizde geç okumazsınız



Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.
Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:

“Atatürk’ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket tanrısı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı’na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?” (Radikal, 22 Mart Pazar)

“Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar,” veya “Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu,” deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.

Soruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.

● “Kurtuluş Savaşı” adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.

Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918’de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.

İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.

Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben “anlamakta zorlanıyorum doğrusu”.

● Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.

Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere’nin Fransa’dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?

Dünya Savaşı öncesi Türkiye’de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923’te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?

1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923’ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?

İran’da 1978’de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya’da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?

Hem 1920-1923’te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip “cumhuriyet” kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008’de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk’ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?

● Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı “düşmanlarımıza” teşekkür ediyoruz.

Medeni Kanun’u adamlar Lozan’da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.

Lozan’dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.

Lozan’ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek “laik” bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur. 

EĞİTİM SİSTEMİNİN TEMELLERİ


Kaldı ki İstanbul Darülfünunu’nun Hukuk Fakültesinde 1880’lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910’larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.

● Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin Safvet Paşa diyoruz.

Ve konunun Atatürk’le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye’de “çağdaş” dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830’larda atıldı, Safvet Paşa’nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür. Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868’de kuruldu. Maarif Vek’letine bağlı ilk kız liseleri 1882’de - yani Fransa ile aynı yıl - kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit’in fermanıyla 1900’de kuruldu.

Manastır’ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890’larda Fransa’nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet’in “çağdaş” liselerinde sıkıysa dene, Şırnak’a sürerlerse gene şanslısın.

1921’de Ankara Meclisi’nin topladığı Maarif Kongresi’nin önde gelen kaygısı “şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür” oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.

1920-1938 döneminde Türkiye’de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet’in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.

Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: Vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,

● Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.

Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eder ve çürütür. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur, korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir, en cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.

Bu ülkeyi doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese zindan eden bu dildir. Çağdaş dünyadan kopuk bir gariban gettoya mahkum eden de bu dildir.

Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder’in 1920-21’den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağı tehditnamedir. Büyük Nutk’un her sayfasını, Önder’le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler. Herhangi bir konuda Reisicumhur’dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir. Hem dürüst, vatansever ve az çok zek‚ sahibi olacak, hem O’na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.

De ki reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali’ler, Reşit Galip’ler, Recep Peker’ler yetişir. Çevik Bir’ler, Eruygur’lar, Tolon’lar, Büyükanıt’lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.

Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangi demokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.

Nihayet en önemlisi,

● “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.

Ama sayfacı arkadaşlar “yazıyı çok uzatma okumazlar” dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz. Taraf /29.03.2009 

Sevan Nişanyan
Gazeteci-Yazar / sevan@nisanyan.com

Sevan nişanyanın blog unda paylaştığı bir yazı ... CHP için yazılmışş


Sevan nişanyanın blog unda paylaştığı bir yazı ... CHP için yazılmışş şahsen kendisini çok fazla sevmem biraz da gıcık kapıyorum "sansür "yazısını yazdığı içinama güzel düşüncelerinide takdir ediyorum aşağıda da benim hoşuma giden bir yazısı  var paylaşayım istedim...Bıyık

Herkesin utangaç gelin edasıyla görmezden geldiği gerçeği Hakkı Devrim pat diye söylemiş (Radikal, 24 Kasım 2009). Demiş ki, “CHP gündemden düşeli bence 59 yıl geçti. 1950 CHP’nin sonuydu.... Zorla ayakta tutacağız diye, tarihî bir kuruluşu hortlağa çevirdiniz.” Şu içinden geçtiğimiz devrim günlerinin, unutulmayacak kadar önemli sözlerinden biridir.

Devamını söylememiş ama o da yakında gelir tahminimce. CHP’nin kurucusu ve ebedi şefi olan zatın miadı da 59 yıl önce dolmuştu. Zorla ayakta tutacağız diye tarihî bir şahsiyeti hortlağa çevirdiler.

Edebiyle tarihe gömülmesine izin vermediler. 12 seneden beri Etnografya Müzesinin bodrumunda bekletilen naaşını oradan alıp, Devlet dininin Kâbesi gibi tasarlanan bir tapınağa nakletmeye 1950’de karar verdiler. Vefatından hemen sonra paralardan resmi çıkarılmıştı, aynı yıl geri getirdiler; ki dünyada hiçbir “milli şefe” o güne dek nasip olmamış bir tuhaf basübadelmevttir. 1930'ların hengâmesinde çıkarılmış birtakım deli saçması kanunların "Devrim Yasaları" adıyla kutsallaştırılması da 1950'nin eseridir.

Bir parti düşünün ki 27 yıl boyunca “Devlet benim” demiş; bana karşı çıkan her kimse TANIM GEREĞİ vatan hainidir, dolayısıyla katli vaciptir diye akıl yürütmüş. Bir gün aniden dönüyor, “eheh, hoşgörü de lazım ayol,” deyip demokrat olmaya karar veriyor. Veriyor ama geçmişine de tek kelime toz kondurmuyor. Dünyada böyle bir şeyin eşi var mıdır? Aklın mantığın alacağı şey midir? Devir demokrasi devri diye demokrasiciliğe soyunacağız, ama milli ideolojimizdir diye okullarda, kışlalarda 1930'ların kokmuş totalitarizmini okutmaya devam edeceğiz.

Türkiye'ni temiz tut, yeşili koru
Hayır, CHP’nin 1950’den sonra inat etmesi birkaç yaşlı politikacının hırsıyla açıklanabilecek şey değildir. Büyük bir siyasi mühendislik projesinin parçasıdır. Demokrasiye geçerken geçmişin sorgulanmaması gerekiyordu, çünkü geçmişte çok fazla kan, cinayet, zulüm ve alçaklık vardı. Eski defterler bir kez açılsa ucunun nereye varacağı belli olmazdı. İşte o geçmişin muhafızı ve müdafii olsun diye CHP’yi meclise oturttular. Kurucusunu da tanrılaştırmaya karar verdiler.

Onur Öymen’e bıyık çizmek marifet değil. Ağababasına çizebiliyor musunuz, siz ona bakın.

BEYHUDE GAMLANMA DİVANE GÖNÜL

BEYHUDE GAMLANMA DİVANE GÖNÜL

Beyhude gamlanma divane gönül
Cümle alemin rızkını veren vardır
Yaptığın hatayı görmüyor sanma
Kalpte gizli en derin sırları bilen vardır


Mal-ı emlakım var deyu güvenme
Arkam var deyu dayanma
Sırt üstü insanı yere vuran vardır

Beyhude gamlanma divane gönül
Cümle alemin rızkını veren vardır

Derdime vakıf değil canan
Beni handan bilir
Hakkı vardır şad olanlar
Herkesi şadan bili

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil
Çektiğim alamı bir ben birde Allah'ım bilir

Döşediği mayının yerini bile unutan ordu TSK,,,


Metin Aslan'ın haberi
Hakkari'nin Çukurca ilçesinde, 7 Mehmetçik'in şehit olmasına yol açan mayın patlaması (27 Mayıs 2009) ile ilgili sivil savcılığın soruşturması sonuçlandı. Mayınların askeriyeye ait olduğu ortaya çıktı. Alınan bilgilere göre Van Cumhuriyet Başsavcılığı, şüpheli Tuğgeneral Z.E., Tümgeneral G.K. ve diğer sorumluların 'taksirle birden çok kişinin ölümüne sebep olmak' suçundan cezalandırılmasını istedi.

Suç askerî yargı kapsamında değerlendirildiği için görevsizlik kararı verilerek, dosya Genelkurmay Askerî Savcılığı'na gönderildi. Jandarma Kriminal'in raporuna yer verilen kararda, mayının hazırlanmasında MKE'nin ürettiği 120 mm'lik havan mühimmatı ve askerî telsiz pillerinin kullanıldığı kaydedildi.

Tugay Komutanı Z.E. ile Tümen Komutanı G.K. arasında mayının askerî birliğin sevk ve idaresinden sorumlu kişilerce güvenliği sağlamak amacıyla döşendiğine dair telefon görüşmesine de atıf yapıldı. Ayrıca Kara Kuvvetleri'nin idarî soruşturmasına dikkat çekilerek, Özel Alarm İkaz Sistemi olarak nitelendirilen el yapımı patlayıcıların, komutanların emri ile yerleştirildiği vurgulandı. Türkiye'yi yasa boğan olaydan sonra mayının terör örgütü tarafından yerleştirildiği açıklanmıştı. Genelkurmay'ın basın bilgilendirme toplantısında da, teröristlerin Irak'ın kuzeyinden sızdığı belirtilmişti. Ancak bir süre sonra internete düşen iki komutanın ses kaydıyla, mayınların 20. Jandarma Tugay Komutanı Tuğgeneral Z.E.'nin emriyle döşendiği gündeme gelmişti. Şehit ailelerinin savcılığa suç duyurusu üzerine de soruşturma başlatılmıştı.

Türkiye, 27 Mayıs 2009 günü Güneydoğu'dan gelen patlama haberiyle yasa boğuldu. Hakkâri'nin Çukurca ilçesindeki 20. Jandarma Tugay Komutanlığı'na bağlı askerî birlik, Hantepe'ye intikal ederken araziye döşenmiş mayın patladı. Askerler Ziya Bener, Deniz Demirci, Özkan Dumlu, Cafer Çelik, Kemal Özer, Adil Yılmaz ve Oğuz Kır'ın şehit olduğu patlamada, 7 asker yaralandı. Olayın yaşandığı ilk günlerde mayının PKK terör örgütü tarafından yerleştirildiği öne sürüldü. Bir süre sonra internete iki komutanın ses kayıtları düştü. Buna göre mayınlar PKK tarafından değil, bizzat 20. Jandarma Tugay Komutanı Tuğgeneral Z.E. tarafından döşendi.

Olayın ardından şehit Uzman Çavuş Ziya Bener'in kardeşi Refik Bener ile şehit Deniz Demirci'nin annesi Raziye Demirci, Hakkâri Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunarak ihmali görülen komutanların cezalandırılmasını istedi. Suç duyurusunda internette yayınlanan ses kayıtları delil olarak kullanıldı.
Patlamayla ilgili soruşturmayı yürüten Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Jardarma Van Bölge Kriminal Laboratuvarı'nın 2.7.2009 tarihli uzman raporuna göre, olayda patlayan mayının hazırlanmasında MKEK tarafından üretilen 120 m'lik MOD 209 havan mühimmatı kullanıldığı tespit edildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nca yapılan idarî soruşturma evrakına da yer verilen görevsizlik kararında şöyle denildi: "Olay günü intikali gerçekleştirilen askerî birliğin güvenliğini sağlamak amacıyla, geçiş güzergâhı ve konuşlanacak üs bölgesi çevresine ilgili komutanların emri ile 'özel alarm ikaz sistemi' olarak nitelendirilen el yapımı patlayıcı maddeler yerleştirildiğine, bu patlayıcı maddelerin içerisinde genellikle 50-1500 gram arasında TNT ve C4 tipi patlayıcılar bulunduğuna, yine bu tip patlayıcı madde düzeneklerinde 3-4 adet pil kullanıldığına, söz konusu patlamanın da askerî birliğin sevkinin sağlandığı güzergahtan sapıldığı noktada gerçekleştiğine dair bilgiler bulunduğu anlaşılmıştır."

Savcılık kararında, olayın askerî birliği sevk ve idareden sorumlu komutanların 'TCK'nın 'bilinçli taksirle birden çok kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olmak' suçundan yargılanması gerektiğini vurguladı. Savcı, bu suçun CMK 250. maddede sayılan suçlardan olmadığını, bu sebeple soruşturmanın askerî savcılarla yürütülmesi gerektiğini belirtilerek görevsizlik kararı verdiğini ifade etti. 4 Mart tarihinde verilen görevsizlik kararı Genelkurmay'a gönderildi.

Genelkurmay Askerî Savcılığı, sanıklara TCK'nın 85. maddesindeki taksirle öldürme suçundan dava açabilir. TCK'nın 85. maddesi şöyle: "Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi üç yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

(Zaman)

Katil Başbakan İyad Allaviii

"CIA ve MI6'nın pis işlerini yapan adam"
Bir başbakan düşünün. Emri altında yüzlerce polis, istihbarat mensubu ve arkasında 140 bin kişilik işgal gücü var. Bir gün, yanında 4 Amerikalı, 10 Iraklı koruma ve Irak İçişleri Bakanı olduğu halde Bağdat'ın güneybatısında yer alan ve olağanüstü koruma altında tutulan El Amariye işkence merkezine geliyor. Günlerce işkence altında tutulan, elleri ve gözleri bağlı, ayakta duramayan 7 genç insan sırayla duvara diziliyor. Başbakan, direnişçi oldukları söylenen 7 kişinin arkasına geçip tabancasını çekiyor. Hepsinin kafalarına birer birer kurşun sıkıyor. 6'sı hemen oracıkta ölüyor, bir tanesi ağır yaralı olarak kalıyor. İçişleri Bakanı Falah al Naqip cinayeti seyrediyor. İş bitince de Başbakanı tebrik ediyor. Iraklı polisler "taş kesilmiş" halde olanları izliyor.


Daha sonra cesetler Nissan marka bir kamyonetin arkasına atılıp Bağdat'ın dışındaki çöle götürülüyor ve gömülüyor. İşkence merkezinin başındaki General Raad Abdullah, polislerle toplantı yapıyor. Onlara; içeride neler yaşandığını kimseye anlatmamaları talimatı veriyor. "Çünkü" diyor, "Bu bir güvenlik meselesi." Avustralya'da yayınlanan The Sydney Morning Herald gazetesi, iki görgü şahidinin tanıklığından hareketle bu haberi yayınladığında Irak'taki vahşetin bir başka boyutunu öğreniyoruz. Bağdat'ta, Irak'ın Başbakanı olan İyad Allavi'nin soğukkanlılıkla işlediği cinayetlere ve vahşet örneklerine dair çok sayıda söylenti bu vesileyle gündeme geliyor. Ardından Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı ve insan hakları örgütleri, bu kişi hakkında soruşturma açılmasını istiyor. Amerika'nın Irak'a başbakan atadığı kişinin karanlık geçmişi cinayetleriyle birlikte gün yüzüne çıkmaya başlıyor.
İyad Allavi... Zengin ve siyasi olarak güçlü bir Şii ailenin çocuğu. Daha öğrenciyken Saddam'ın Baas kadrolarıyla tanışır ve onlara katılır. Aynı zamanda Irak istihbaratına girer. 1970'lerde İngiltere'deki Iraklı öğrencilerin fişlenmesinden sorumludur. Ancak daha sonra İngiliz istihbarat teşkilatı MI6 ile tanışır ve Saddam'a muhalefete başlar. 1978 yılında Irak istihbaratı Londra'da uyurken ona saldırır ve ağır yaralanır. Artık Irak için değil, İngiliz istihbaratı için çalışmaktadır. Tabi aynı zamanda da CIA ile...


Bu sıralarda iş dünyasına atılır. Suudi Arabistan'la bağlantılı iş yapmaya başlar. Topladığı istihbaratı Batılı istihbarat kuruluşları ile paylaşmaktadır. 1990'da CIA ve Suudi parasıyla "Irak Ulusal Uyumu" adlı örgütün kurulmasına yardım eder. 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra Irak Ulusal Uyumu adı altında, CIA ve MI6 ile birlikte Irak'tan kaçan kişileri örgütlemeye başlar. 1990'lardan itibaren ABD ve İngiliz istihbaratı ile birlikte, Irak'ta kendi liderliğinde bir askeri darbe yapma hazırlıklarına girişir. Ancak girişim başarısızlıkla sonuçlanır.
1996'larda Amerika, İngiltere ve Suudi Arabistan'ın desteği ile Ürdün'ün başkenti Amman'da karargah ve bir radyo istasyonu kurar. Askeri darbe girişimi başarısız kalınca Irak'ta geniş tutuklamalar başlar. Allavi'nin örgütüne Irak istihbaratı sızar. Allavi, CIA ve MI6'ye sadakatini sürdürür ve sonunda başbakanlıkla ödüllendirilir. Ancak ABD ve İnglitere'nin pis işlerini yapan Allavi'nin eylemleri bunlarla sınırlı değildir.


1990 ile 1996 yılları arasında Allavi liderliğindeki grup, ABD-İngiliz istihbaratının denetimindeki bir terör örgütü olarak Irak içinde bombalı saldırılara başlar. Bağdat'tan Kuzey Irak'a kadar bir çok bölgede saldırılar düzenler. Para ABD ve İngiltere'den gelir. Süleymaniye'de bir bomba üretim merkezi kurar. Çekiç Güç sayesinde Kuzey Irak Amerika/İngiliz denetimindedir. Bir gün okul servisini bombalarlar ve çok sayıda çocuğu öldürürler. Bu bilgi bizzat bir CIA elemanı tarafından veriliyor. Hatta CIA'nin bile Allavi'yi yer yer "çok fazla terörist" olmakla itham ettiği söyleniyor.


İngiltere Başbakanı Tony Blair'in başını yakan bir iddianın sahibi de Allavi. Blair, Irak işgalinden önce kendi halkına ve bütün dünyaya, "Saddam'ın 45 dakika içinde Avrupa'yı vurabilecek bir kitle imha silahı gücü olduğunu" iddia etmiş, bunu işgal gerekçesi göstermişti. Bu iddiaya hiç kimse inanmadı. Sonradan palavra olduğu ortaya çıktı ve İngiltere başbakanı rezil oldu. İşte o iddianın sahibi de Allavi idi. 1970'lerden bu yana CIA ve MI6'ya sadakatle hizmet eden Allawi, sonunda amacına ulaştı. Saddam devrildi ve kendisi Irak'a Başbakan olarak atandı.
Bu cümleler, "CIA'nın ve MI6'nın pis işlerini yapan adam!" başlığı altında bu köşede sekiz yıl önce, 20 Temmuz 2004'te yayınlandı. Anlattığımız kişi, Irak'ta son seçimleri kazanan ve hükümeti kurması beklenen İyad Allavi. Amacımız Irak'ta bir kesimi tutup diğerini yermek değil. Türkiye-Irak ilişkilerine zarar vermek de değil. Unutmamak, unutturmamak sadece... "Stoffel Dosyası" başlığı altında 2005 yılında bu köşede yayınlanan, tarihin en büyük yolsuzluklarından sayılan, Irak ordusunun mühimmatının, bunlara füzeler dahil, satılmasını içeren 40 milyar dolarlık yolsuzluk şebekesindeki isimlerden biri de Allavi idi.


Başbakanlık yapan Allavi daha sonra gözden düştü. Yıllar geçti ve seçimlerde sürpriz bir başarıyla öne çıktı. Şimdi demokratik seçimlerle Irak'ın en büyük gücü oldu. "Karzai modeli"ne en fazla uyan projelerden biriydi Allavi. Hazır "model" konusu açılmışken, 21. yüzyılın en önemli projelerinden biri olan Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai'nin, "Eğer uluslararası toplum bana daha fazla baskı yaparsa, yemin ediyorum Taliban'a katılırım" demesi, ABD, NATO ve Afganistan'da güç bulunduran ülkelere sert sözler söylemesi nasıl bir şok etkisine yol açacak acaba? O ve kardeşi de bir projenin malzemeleriydi, boru hattı ve ABD istihbaratına çalışıyorlardı. Tıpkı Allavi gibi.
Bir model batarken diğeri parlıyor. İki büyük işgalin iki "model" lideriydi onlar. Bugün iki ülkede de her gün ortalama yüz kişi hayatını kaybediyor. Zavallı milletlerimiz, ne kadar basit, kaba senaryolara kurbanı ediliyor, değil mi?


ibrahim karagül--yeni şafak

Hoşuma gitti sizinle paylaşmak istedim Haşmet Babaoğşunun yazısından bir kısım

Hoşuma gitti siznle paylaşmak istedim Haşmet Babaoğşunun yazısından bir kısım: Seversiniz belki


Günümüzde gezginlik kalmadı. Dönmemek üzere gitmek yok artık.
Gezgin rolü oynayan profesyonel seyahat yazarları var ki, bambaşka bir şey.
Keşfedilecek bir şey kalmayan bir dünyada hâlâ keşiflerden söz eden turizm söylemlerine aldanıp bir turdan ötekine koşuşturan turistleri de bir yana bırakalım.
Galiba günümüzde "yol"un tadını çıkartanlar sadece ara sıra "yer değiştirerek" yaşayanlar!
Ama "yol" sadece bir tat meselesi midir? Elbette, hayır!
Bedenin yolculuğuyla zihnin yolculuğu kardeştir. Hatta aralarındaki ilişki belki daha fazlasıdır. Ondandır, başka bir yere, şehre, ülkeye giderken birdenbire "kendine" dönüvermesi insanın...
Kitabu'l Esfar'da der ya İbn Arabi...
"Varlığın kökeni harekettedir. İşte bu yüzden, bu dünyada da, ahirette de yolculuk hiç durmaz."
Gazete köşe yazılarının formatına uymuyor belki ama yolu ve yolculuğu biraz da bu yanından ele almak gerekiyor.

28 şubatcı paşaların cenaze namazı kılınırmı

Açıkcası o adamların yüzünü şeytan görsün... onlara dünya ahiret hakkımı helal etmiyorum ölenlerin toprağı sık olsun... kalanların dünya hayarı zehir olsun..Cümle aleme rezil olsunlar elden ayaktan kesilsinler... dilleri çürüsün elleri kurusun... İslam düşmanı olarak yaşadılar öyle de ölsünler inşallah..






kusura bakmayın duyduğum biir haber üzerine bu yazıyı kaleme aldım.... moralim çok bozuk

Mustafa Armağanın "M. Kamalin Cenaze Namazı Kılındı "saçmalığı

sabah sabah samanyoluhaberde görmüs oldugum m.kemalin (habere ulasmak için tikla) cenaze namazinin nsail kilindigi ile ilgili yapmis oldugu safsatasi....

Adamin sabah sabah moralini bozuyor birde kendine tarihçi diyor sanki m.kamal cenaze namazinin kilinmasini istedimi...sen önce bunu sorgulasana... adam nasil yasadiysa öyle ölmus iste daha ne kurcaliyorsun... ayrica sordugun zihninizdeki m.kamal nasil diye... cevap veriyimmm... zihnimdeki m.kamal in nasil birisi oldugunu ögrensen tum vucudun uçuuklar havaya uçarsin...

not: bilmeyenler icin hatirlatalim. m.kamalin cenaze namazi(daha dogrusu ritüeli) tam kendisine  layik bir sekilde türkce olarak kilinmistir .. Islam fikhinda cenaze namazinin nasil oldugunu asagida paylasacagim karari siz verin


Cenaze namazının farzı ikidir:
1-
 Dört kere tekbir getirmektir.
2- Ayakta kılmaktır. Özürsüz, oturarak veya hayvan üstünde kılmak caiz değildir. Yağmurdan, çamurdan dolayı hayvandan inemezse caiz olur.



Sual: Cenaze namazı nasıl kılınır?
CEVAPMaddeler halinde bildirelim:
1- Önce, (Allah için namaza, meyyit [ölü] için duaya) diye niyet edilir.

2- İlk tekbir alınır, yani Allahü ekber denir, iki el bağlanır, Sübhaneke okunur. Sübhaneke okurken, (Ve celle senaüke) de ilave edilir. Fatiha okunmaz.

3- İkinci tekbirden sonra, teşehhüdde okunan Salli bârikler okunur.

4- Üçüncü tekbirden sonra, cenaze duası okunur. Cenaze duasını bilmeyen, Rabbena âtina duasını okur veya yalnız (Allahümmağfirleh) der yahut dua niyetiyle besmelesiz Fatiha okur.

5- Dördüncü tekbirden sonra, hemen sağa ve sonra sola selam verilir. Selam verirken, cenazeye ve cemaate niyet edilir. Sağa selam verirken sağ el indirilir, sola selam verirken sol el indirilir. Yahut okuma bitince iki el birden indirilse de olur.

6- Namaza geç yetişen, imam herhangi bir tekbiri getirirken, beraber tekbir getirip namaza başlar. Bu tekbire iftitah tekbiri olarak niyet eder. İmam selam verdikten sonra, kaçırdığı tekbirleri birbiri arkasından söyleyip, bir şey okumadan selam verir. Dördüncü tekbire de yetişemeyen, namazı kaçırmış olur.

7- Cenaze namazının dört tekbirinden her biri, bir rekât gibidir. Dört tekbirin yalnız birincisinde eller kulaklara kaldırılır. İndirilince, göbek altına bağlanır. Sonraki üç tekbirde eller kaldırılmaz.



Sual: Bazı meşhur kişiler ölünce nutuk çekilerek övülüyor. Uygun mudur?
CEVAPKabir yanında nutuk söylemek, ölüyü kendinde bulunmayan şeylerle övmek caiz değildir. Kendinde bulunan sıfatlar ile övmek de faydasızdır.



Sual: Müslüman ölü için, toprağı bol olsun demek caiz midir?
CEVAPHayır. Kâfir için söylenir.



ne diyelim zamaninda çok çektirmis müslümanlara bizede topragı sıkk olsun demek düser..


ayrıca türkce cenaze namazinin kilinip kilinmadigini öğrenmek için Alo fetva hattına sorabilirsiniz


istanbul müftülüğü alo fetva hattı:(212) 512 23 20


kaynak: www.dinimizislam.com

Bu Adamı savcı yapan HSYK'nın Cümlesine Rahmet okuma

Istanbbulda bir savci var ismi lazim degil zaten her firsatta o luzumsuz ismi duyuyorsunuz tv, radyo ve internet sitelerinde, bende o savcinin luzumsuz ismini anip sitemi luzumsuz insan isimleriyle doldurmak istemiyorum...

  Hani ben kimseden korkmam diyen Gukukçu kusu hake(i)mm (tam maç hakemi olur kendisinden ne diyee sürünüyor savcilik yaparak) .... Kendisine 2 çift lafim var .... Keser döner sap döner Gün gelir devran döner bunu unutmasin.. bu ilk nasihatim....

ikinci nasihatim ise dinlemeycegini bildigim için yada çok zoruna gidecegi için burada simdilik paylasmiyorum nede olsa kendisi Allahtan korkmaz kuldan utanmaz bir yapida oldugu için bizim kendisine söyledigimiz her söz onun için zivanadir tabii.... o sadece emir alip ender, kaya , ilker, çubuklu üfürükçülerin sözünü dinler....

not: sayin savci denen sahis bir gün elime düsme senin bu millete cektirdiklerini soguk bir yemek olan intikamin hug(k)uk yoluyla fitil fitil alacagima cengaver cengiz in engin sularda dolasarak ayi aykutlari avladigi gibi kendisinide bil fiil  aynimuameleyi yapacagima hug(k)uk adina söz veriyorum

Said Nursî kim değildir?


  
  1. Said Nursî “çağın yetiştirdiği adam” değildir. Çağın bütün şartları aleyhinde olduğu halde dik durmuş, diri ve diriltici olmuştur. Ne iktidardan medet ummuştur ne de çoğunluk peşinde koşmuştur.

    Yazdıkları cezaevi hücrelerinde sigara kâğıtlarına gizlice yazılmış,okuma yazma bilmeyen köylüler tarafından da aşkla çoğaltılmış ve okunmuştur. “Çağa rağmen yetişmiş” ve “çağı yetiştiren” adamdır.
  2. Said Nursî “dindar” değildir. “Dindarlık” dine dışarıdan bakanların icat ettiği bir tanımdır. “Dinin emir ve gereklerini yerine getirmede başkalarına göre daha ileri giden”leri tanımlamak için kullanılır. Oysa “din” “Allah’a borçluluk bilinci”dir, “Alemlerin Rabbinin kendisine her an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık verme aşkı”dır.

    Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez; ölçülemez. Açığı ya da koyusu olmaz. Bu bilinçle ve bu aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır. İyiliğe karşı nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız olmayı “adam”lık diye tarif edenlerin biraz daha “koyusu”, az daha sofusu değildir “dini yaşayanlar”; yani dindar değildirler.

    Said Nursî, “ben dindar bir cumhuriyetçiyim” sözünü mahkemede savunması sırasında söyledi. Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil üzerinden konuştu, o kadar. Eserlerinde “dinimiz bunu gerektirir”, “nitekim dinimiz emreder ki..” yollu bir hitap ve üslup bulunmaz.
  3. Said Nursî “din adamı” değildir. “Din adamlığı” ruhbaniyetin bir şekilde uygulandığı, dini yaşamanın bir “iş” haline getirildiği toplumlarda vardır. Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri vardır ve özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve hahamlar özel kıyafetleriyle, İran’ın Kum şehrinde “molla”lar ancak kendilerinin giyebildiği siyah ya da beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan pelerinleriyle bir “din adamı”dır.

    Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti, imama özel cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde. Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir ziyaretçinin “hanginiz Muhammed?” diye sormak zorunda kalacağı kadar “sıradan”dı. Ne özel postu vardı ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel rütbeleri ve özel mekânları da vardır.

    Bir takım ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olur. Ne özel kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir sınıftan, soydan geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen, öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir “adam”dır sadece. “Din adamı” değil, “dinin adamı”dır. “Allah’a karşı borçluluk bilinci”ni iliklerine kadar hisseden bir “insan”dır sadece.

    “Namaz kılmak iyidir ama her gün beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor” diyen bir adam için (yani en başta benim ve bu makaleyi okuyan herkes için) “empati” kuracak kadar kalenderdir. “Namaz farzdır, kılacaksın!” şeklindeki üstenci tutum ve tavrı hiçbir alanda göstermemiştir.
  4. Said Nursî “din âlimi” de değildir. “Din bilginliği” yenilerde türetilmiş seküler bir sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese düşer. Kur’ân’a muhatap olmak herkesin işidir.

    Vahyin iniş üssü haline getirilebilecek akıl herkeste vardır. Dinî konularda bazılara bazılarından daha çok şey bilebilir. Olsa olsa bu “din âlimliği” diye tarif edilebilir. Allah’a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin uzmanlığına bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir iş değildir.

    Allah’a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı “âlim” eyler, “bilgin” kılar. Said Nursî, işte bu yüzden “din âlimi” değil, “âlim”dir, “bilge”dir. Güllerin soluşuna üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine alışacak kadar hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların acılarını görecek kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri “dinî konular”la sınırlı değildir.

    Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen, denizleri seven, güllere meftun herkese söyler sözünü. Söylediği ancak “din adamları”nın uzmanlık sahasına giren “dinî” detaylar değildir. Varlığın dilini çözer Said Nursî. Varoluşa dair konuşur.
  5. Said Nursî, bir “şeyh” değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her öğrencisine “kardeşim” diye hitap etmiştir. Hiçbir talebesiyle “şeyh-mürid” ilişkisi içinde olmamıştır. Bu konuda “İhlas ve Uhuvvet Risalelerini meraklısı okuyabilir.
  6. Said Nursî “milliyetçi” değildir. Bir insanın soyu üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini her “akıl sahibi” olmak üzerine farz olan her “iman ehli” gibi esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye’de Türk ırkı üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı durmaktadır.

    Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt oldukları için Kürtçülük yapmayı hak görürler kendilerine... Said Nursî’nin “açılımcı görüşleri” Kürt halkı hatırına değil, Kur’ân’ın hatırınadır. Birilerinin sandığı gibi “müsbet milliyetçiliği” de önermiş değildir.

    Sadece bu zamanda milliyetçilik fikri üzerinden zevklenen ve nemalanan kişi ve grupların, soya yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah’a kul olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi hedefleyen bir dil kullanmıştır. Yani “müsbet milliyetçilik” Said Nursî’ye “terk edilen milliyetçilik”tir. En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır.
  7. Said Nursî, Said Nursî’ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle özlenecek, kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel figüre indirgenemez. Said Nursî’nin hatıraları, en meraklısını bile tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i Nur’dadır. Bizzat kendisi tarafından yazılmıştır.

    Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem de kendi kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta, hüzünlerinin ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara akıtacak şeffaflıkta yazılmış değildir. Dolayısıyla, Said Nursî bir arkeolojik kazı konusu yapılmayacak kadar orta yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel çalışmalar da, ancak Said Nursî’nin kişiliğinin yansıdığı aynalar gözüyle okunabilir, okunmalı.

    Kerameti ve kahramanlığı üzerinden Said Nursî’cilik yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve söyleyeceklerinin hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır olarak okunabilir niteliktedir. Risale-i Nur’u okuyan herkes şimdi ve burada Said Nursî ile konuşabilir.

    Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek yoktur, hele de bunu Risale-i Nur’a rağmen, hele bir de Said Nursî’yi aşarak ya da yedeğine alarak yapmak kimseye düşmez.
  8. Said Nursî, devletten itibar ve mezar bekleyen biri değildir. Resmî iade-i itibarlara ihtiyacı yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi ölümünden sonra hiç istemez. Said Nursî’yi ziyaret etmek isteyen mezar taşına değil kitaplarının sayfalarına baksa yeter de artar bile.

    Zaten sağlığında da, kendisini kendisi için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl biri ölmüş Said’lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak tarif eden Said Nursî, “mezar taşı”nı değil, “satır başı”nı göstermiştir. Gidin, Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve hâlâ demektedir.
  9. Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan biri de değildir. Kendi yazdığı kitaplar Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak içindir. Risale-i Nur’un hatırı Kitab’ı okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de şikayetçi olduğu kimi “tefsirler” “ahkâm kitapları” Kur’ân’a pencere değil perde oluyorsa okunmamalıdır. Risâle-i Nur’u okuyanların ilk anladığı ise Kur’ân’dır-kendileri bunun farkında olmasa bile…
  10. Said Nursî İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde “Müslümanlardan yana olmak” demektir. Kimi Batılılar kendi şablonları ancak bu kadarını taşıdığı için, Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak, İslam’ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek istemiştir, görmüştür. 

    İnsanın içine doğru derin ve zorlu bir yolculuk olan iman etme serüvenini sadece dışa vuran, sadece kalıpta kalan kuru bir tarafgirliğe hapsetmek istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan olmaktan geçer.  İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece “Müslümanlardan yana” olan bir politik kitleye dönüşürüz.

    Müslüman zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman da olsa. Müslüman mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir de olsa. Yani, mümin yaşama kodlarını dışarıdaki siyasal kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle sıcacık temasından alır. İşte bu yüzden Said Nursî’nin iman etmenin inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i Nur’da “biz Müslümanlar” söylemi yoktur.

    Risale-i Nur söylemi, “bil ey nefsim!”dir. Yani, nefsi olan herkes Risale-i Nur’un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır, ne kıyafet şartı ne de siyasal taraftarlık şartı…
  11. Said Nursî benim anladığım/anlattığım kadar değildir. Ben kim olduğumu bilinceye kadar onun kim olmadığının hakkını vermem mümkün değil…  (Demek ki bu yazı devam edecek…)

Not: Said Nursî’ye dair yazdıklarımı yazı bitince fark edecektim ki onun misafir olduğu bir şehirde yazıyorum. Berlin’den selamlar…)
 Senai DEMİRCİ / Haber 7senaidemirci@gmail.com