aşağıdaki ödev 2013 yılında tarih metodoloji dersinde sunum ödevi olarak hazırlanmış ödevin bir örneğidir.
Her zaman yaptığımız açıklamanın tam tersine sayın okuyucu unutmamalısın ki burda geçen bilgilerde akademik kurallara mümkün olduğunca uyulmaya çalışılmıştır,ama gözden kaçanlar mutlaka olmuştur bu noktada görmezden gelme demiyorum ama üzerimize de çok fazla gelme diyorum birde yapacağımız bir hatanın çalıntı muamelesi görmesi muhtemel olabilir fakat lisan talebesi (kaçıncı lisan ?) için mazur görmenizde faydalı olacağı kanısındayım.
Ayrıca isminden de anlaşılacağı gibi yazıda iki şahıs üzerinden Türkiye de ki bir olgu değerlendirilmeye çalışılmıştır. Gene her zaman yaptığımız uyarıyı tekrarlıyoruz, alıntılar dışındaki yorumlar tamamen mehmet talha gürbüz'ün fikir dünyası süzgecinden geçerek onun mantığına göre yorumlanmış bir üründür. bunu lütfen unutmayınız. katılırsınız yada katılmazsınız o bizi alakadar etmemektedir. ayrıca ben yazdım oldu mantığına girecek çapımız olmadığı için size göre değerlendirme hatası yaptığımız yerler için bize ulaşabilirsiniz.
Cemaleddin Efgani ve Said HalimPaşanın Türkiye de İslamcılığa Etkileri
19.
yüzyıl’ın ilk çereğinden itibaren İslam Dünyası için asırlardır hür ve galip
yaşadıkları dünyada, yenilgilerin, sömürgeleştirme hareketlerinin doruk
noktasına çıktığı, Batının sanayi devriminden sonra yaşadığı teknik ilerlemenin
yakalanamadığı, bilim ve dinde etkisi günümüze kadar uzanan sert tartışmaların
öncüsü olacak kıvılcımların ilk çaktığı gerilemenin artık yavaş yavaş yenilgiye
doğru gittiğinin apaçık seçildiği bir dönemi ifade eder. Müslümanlar daha 1
asır öncesine kadar dünyadaki en büyük üç devletin (Osmanlı, Safeviler ve
Babürler) sahipleri konumunda iken, esen rüzgarların getirdiği bir asır içerisinde
Müslüman coğrafyasına hükmeden devletlerinden Safeviler ve Babürler’in
yıkılarak müstemleke haline getirildiği, Osmanlı İmparatorluğunun ise
topraklarının özellikle gayri müslüm nüfusunun yoğun yaşadığı yerlerin bir
çoğunu kaybedip geriye kalan bölgelerinde de isyanların ardı arkasının
kesilmediği bir ülke haline dönüşmüştür.
“19. yüzyılda Batı’dan gelen askeri, siyasi
kültürel tehdidin yeşerdiği ve güçlendiği zemin çok farklıdır. Müslümanlar her
bakımdan geri ve zayıf durumdadır. Skolastik medrese eğitimi, İslam düşüncesini
de zayıflatmış ve verimsiz hale getirmiştir. Askeri ve siyasi alandaki
mağlubiyetleri hafifletecek bir medeniyet hamlesinin altyapısı canlı bir fikir
ortamı yoktur. Gelenek her şeyin üstünde, Müslüman toplumları kıskacına almıştır.
Bütün şartlar, Batı’nın karşı konulmaz girişinin yaratacağı tahribatları
onarmada olumsuzdur.”[1]
19.yüzyıl’ın son çeyreğinde bağımsız tek
müslüman devlet konumunda olan Osmanlı Devleti, İslam dünyasındaki münevver
kesimin buluşma ve uğrak yeri olmuştur. O güne kadar genelde bir çoğu dışa
kapalı toplumlar olarak hayatlarını idame ettiren Müslümanlar, yaşadıkları bu
olumsuz şartlardan kurtulabilmek için çözüm arayışına girmişler ve o güne kadar
üstü örtülüde olsa kullanılan “İttihad-ı İslam”(İslam birliği) kavramı tekrar
ortaya atılmıştır. Sömürgecilerin misyonerler vasıtasıyla ön plana çıkardıkları
din faktörüne karşılık, gelişen ve yaygınlaşan iletişim ağlarına yönelmişler ve
İslam Dünyasını birbirinden haberdar etme çabasına girişmişlerdir.[2]
“Bu son derece
karanlık tabloya rağmen Müslümanlar, bu tarihin kritik kesitinde inançlarına ve
maddi varlıklarına yönelmiş. Batı tehdidine başarıyla karşı koymuşlardır.
Gerçekten insanı şaşkınlığa çeviren bir canlılıkla Müslümanlar Batı’ya
direnmişler ve itikadi ve siyasi ideallerini bitmez tükenmez bir enerji ile
müdafaa etmişlerdir. İslamiyet bu müdafaanın hem konusu hem de kalkanı
olmuştur. Her alanda zayıf olan Müslümanlar batı karşısında İslamiyetle güç kazandıklarını
fark etmişler, dini mukavemetlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Dünyadaki
yaygın dinin mensuplarından hiçbirinin Müslümanların gösterdiği direnci
gösterememeleri hem İslamiyetin anti emperyalist bir ideoloji olarak güçlenen
konumunu, hem de Müslümanların başarısını göstermektedir. Müslüman
toplumlardaki despot yönetimlerin eleştirisi, eşitlikçi ve halkçı idealler 19.
Yüzyılın paradigması olan ilerleme fikri ve Müslümanların Pan
İslamizm(İttihad-ı İslam) fikri etrafında tıpkı batı milletleri gibi bir millet
haline getirme çabaları, yeni ortaya çıkan Müslüman aydınların fikir
ürettikleri alanların özetidir.”[3]
Cemaleddin Afgani
Hayatı
1928 yılında Esedabad kentinde doğan Efgani
hakkında milliyeti ve mezhebi ile ilgili çeşitli tartışmalar mevcuttur. Devrin
şartlarına göre iyi bir eğitim görmüş, 18 yaşına kadar Kabil de kalmış ardından
hindistan’a geçmiş, burada kaldığı 2 yıl içerisinde Avrupa bilim ve edebiyatı
ile tanışmış, eskiden beri kafasında tanıştığı ıslahat fikri güç kazanmıştır.
Hac farizası esnasında yolda görüp geçirdikleri ile Haremeyn merkezli bir İslam
birliği fikri filizlenmeye başlamıştır.
Hac dönüşü ülkesi Afganistana dönmüş, kısa
bir süre başvezirlik yapsada ülkesinde iktidar değişikliği ve sömürgeci
İngilizlere karşı halkı uyarması üzerine yapılan baskılar neticesinde
ülkesinden ayrılmıştır. İkinci defa geldiği Hindistanda, halkı İngilizlere
karşı uyarması ve cesaretlenmesi üzerine İngiliz yönetimi tarafından ülkeyi
terk etmesi bildirilmiş, kendiside Hindistan’dan Mısır’a geçmiştir. Mısır da
iken, Sultan Abdülaziz tarafından yapılan bir davet üzerine İstanbul a gelmiş.
İstanbul da Darul Fünun’un açılışında Nübüvvet
ve sanat ile ilgili sarfettiği sözler ve yanlış anlaşılmalar neticesinde
İstanbul’u terk ederek ikinci defa Kahire’ye yerleşmiştir. 8 yıl kaldığı Mısır
durağından sonra tekrar Hindistan’a dönmüştür. Hindistandan kısa bir süre sonra
sömürge yönetiminin baskısı nedeniyle bir kez daha ayrılan Efgani önce
Londra’ya ardından Paris’e geçmiştir. Avrupada çıkardığı gazete ile şöhreti ve
itibarı artan Efgani bir müddet sonra İran’a geçmiş, fakat kısa bir süre sonra
kendisini çağıran İran şahı ile halkın da yönetime katılması noktasında yaptığı
telkinler yüzünden ters düşerek İran’ı terk edip Osmanlı devleti sınırları
içerisinde bulunan Basra’ya geçsede burada da kısa bir süre kaldıktan sonra
tekrar Londra’ya geçmiş ve son olarak Londra’nın Londra Sefiri Rüstem Paşa
tarafından İstanbul’a davet edilmiştir. Cemaleddin Efgani İstanbulda sıcak bir
ilgi ile karşılanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra dışarıdan ve içerden yapılan
telkinler neticesinde Sultan ile arasındaki bağ zayıflamıştır. İstanbulda
zorunlu bir ikamete tabi tutulmuş ve ölünceye kadar da İstanbuldan ayrılmasına
izin verilmemiştir. Efgani yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak
1897’de vefat etmiştir. Cenazesi 1944
yılında Afganistan hükümetinin isteği üzerine ülkesine nakledilmiştir. [4]