Sümbül Ebrusu

Sümbül Ebrusu

28 Ocak 2014 Salı

Borç verme zarafeti ve dost - Oğuzhan Dursun

Bu yazı münferitvakalar.com sitesinden alıntılanmıştır, yazının orjinaline ulaşmak için tıklayınız.

Borç alıp-vermek başlıbaşına incelenmesi gereken uzun bir mesele. Bu konuda dinlerin kuralları, insan kaynaklı yasalar ve illegal oluşumların raconları var. Yahudi tefecilerden Bakara 282’ye uzanan geniş bir spektrum söz konusu. Girmek istemiyorum, girersem toplayamam endişesi taşıyorum. Bu sebeple bunu spesifik bir konuda yoğunlaştırıp arkadaştan borç alma meselesine indirgiyorum.
Bir arkadaşınızın gerçekten samimi olup olmadığını ölçmek isteyenler, avami tabirle harbi adam olduğunu anlamak isteyenler onun borç istenip istenemeyecek kişi olup olmadığına bakmalı. Sözkonusu kişinin borç verecek güçte olup olmaması değil mesele. Sadece arkadaşlarınızı gözden geçirirken eğer olsaydı/varsa verir gibi şartlı cümlelerin olumlu yanıt doğuran faili olabiliyorsa o sizin sağlam arkadaşınızdır. Bunları tefekkür sürecinde, aslında hayatınızda ne kadar boş insanla tanış olduğunuzu da fark ediyorsunuz, o da başka bir muamma. Fakat bu aslında akılsız bilinçaltınızca malum olanın ilamı oluyor, somutlaşıyor sadece. Gözlemlediğim kadarıyla borç isteme eyleminde bulunmadan evvel aklınıza birkaç kişi geliyor. Zihne ilk çöreklenenler genellikle gerçekten maddi gücü buna elverenler oluyor. Bunu onlara açtığınızda verilen yanıtlar şu başlıklarda toplanıyor.
Ne kadar istiyorsun? Bu sorunun manalandırılması ve sonrasındaki hayali diyaloglar şu şekilde:
a)      Ne kadar istiyorsan canım feda. Bu adamlar çok az bulunur. Birincisi hem size güvenecek hem de maddi gücü elverecek. Dost dedikleriniz arasındadırlar ve cömerttirler.
b)     Senin istediğin miktarı çıkartamasam da gücüm yettiğince sana yardım ederim. İkinci gruptaki kişi, ilkinden neredeyse farksızdır.
c)      Bir miktar verebilirim şu an. Bu kişi verebilecek gücü olsa da vermeyebilen kişi olabilir. Sizi başından savmak gibi bir niyeti de olabilir. Arkadaşınız olabilir, ama dost olması zordur. Kendisinin umursamayacağı miktarın üstüne çıkmak yasaktır. Sınırları zorlamak demektir.
d)     Ne kadardı? (=Miktarı öğrenip kıvırma payı bırakıyorum.) Bu gruptakinin ne olduğu belli değildir. Önce miktarı öğrenir, sonra bunu verecek kadar bir birikimi olmadığını söyler. Sizin vereceğiniz miktar önemli değildir, o bir yolunu bulup durumu yokuşa sürebilir. Bu tip adamlarla yola çıkılmaz. Sizinle çıkarları için birliktedirler. Herhangi bir durumda kendilerini size çok kolaylıkla tercih edebilirler, hatta yaptıkları sadece o olabilir.
e)      Vereyim.Bu gruptaki insan, beklemediğiniz birisidir. Aslında belki de çok samimi değilsinizdir ama sizin zor durumda kaldığınızı anlayıp size el uzatır. Dost kara günde belli olur atasözü biraz da bu grup için söylenmiştir. Halbuki siz onu sıradan birisi olarak görmüşsünüzdür o güne değin.
Hacım ben de bu aralar kesatım ya. Bu net bir yanıttır. Borç alamayacaksınızdır. Fakat ses tonundan, yaptığı açıklama/açımlamalardan gerçekten durumu analiz etmeniz de mümkün. Bunun için de üç tespit söz konusu.
a) Gerçekten maddi gücüm buna yetmiyor. İstiyorum, ama yapamıyorum.Size uzun uzun durumunu  anlatır, fakat şöyle bir farkı vardır. Bu tip, istediğiniz borcu bulmak için elini taşın altına koyar, düşünür, nasıl bir çare bulabileceğiNİZİ mütalaa eder. Hiçbir şey yapamayacak olsa da on numara adamdır. Bu grubun adamı sağlamdır. Dostunuzdur, sizin iyiliğinizi düşünür. Eğer elinde avucunda bir şeyler olsa kesinlikle sizinle paylaşır.
b)     Nerden bana bulaştın.Bu, açık bir şekilde konuşmayı bir an önce sonlandırmak ve sizden kurtulmak istemenin tercümesidir. Hayatınızın sonuna kadar devam edecek ve gizli bir olumsuzlamayla artık birbirinize bakarsınız. Bu tip, ilk kategorinin son grubundaki gibi size pek de faydası olmayan pragmatist birisidir. Asla sizin için kendisini tehlikeye atmaz. Hoşça vakit geçirdiği bir filmin verdiği hazdan ötesi değilsinizdir.
Bunların dışında bir de düşündüğünüz, ama aramadıklarınız var. Onları da şöyle sıralayayım:
Falancaya arayıp istesem...

World Cafe Kuralları World Cafe Rules


World Cafe Kuralları

Mühim konulara ODAKLAN
FOCUS on what matters.

                      KENDİ BAKIŞ AÇINI KAT ve görüşlerini ve bakış açını masaya getir
CONTRİBUTE your thinking, bring in your own views and perspectives.

AKLIN ve KALBİN ile dinle ve konuş
Speak and listen with your HEART and MİND.

Anlamak için DİNLE
LISTEN to understand.

FİKİRLERİ İLİŞKİLENDİR ve BİRBİRİNE BAĞLA
LINK and CONNECT ideas.

FİKİRLERİ GÖRÜNÜR KIL
Make ideas VISIBLE.

Masanın üzerindeki kağıtlar da OYNA, KARALA, ÇİZ
Play, scribble, draw on the table covers.

Yeni FİKİRLER ve ANLAMLI SORULAR ARAYIN
Look for new INSIGHTS and more MEANINGFUL QUESTIONS.

EĞLENİN!

Have FUN

Selimiye Kışlası ve Tarihi araştırma ödevi

 Selimiye kışlası hakkında 2012-2013 eğitim döneminde istanbul toplum ve edebiyat dersinde hazırlamış olduğum, araştırma ödevidir. Akademik kurallara nispeten uyulmuştur. ana kaynaklar DİA(Diyanet İslam Ansiklopedisi) veMehmet Mermi Haskan'ın Yüzyıllar Boyunca Üsküdar isimli kitabıdır. Kendi değerlendirme ve görüşlerime neredeyse hiç yer verilmemiş olup metindeki tüm kelime ve cümleler neredeyse dipnotta verilen kaynaktan bire bir alıntıdır.
Faydalanacak kimselere şimdiden başarılar dilerim...



Selimiye Kışlası
Üsküdar’ın en maruf semti olan Selimiye Mahallesi’nde ve bu mahallenin yollarından olan bükücüler Hanı sokağı, Çeşme-i Kebir Sokağı ve Kavak İskelesi Caddesi ile çevrili çok geniş bir alanı kaplar. Kışla, Kavakdere vadisiyle Harem İskelesine inen vadinin arasında yükselen bir tepe üzerine yapılmış olup Ankara asfaltına bakan tarafı yalıyar halindedir. [1]
Kareye yakın dikdörtgen planlı (267 x 198 m.), iç avlulu yüksek istinat duvarları üzerinde yükselen üç katlı çok büyük ve ihtişamlı bir yapı olup köşelerindeki kuleler abidevi görünüşünü tamamlar. İlk defa Sultan III. Selim taraından 1800-1803 yıllarında Üsküdar’daki Kavak Sarayı’nın arkasına yaptırılmıştır. 1803’te müştemilatıyla birlikte tamamlanan kışla, bugünkü binanın üçte biri kadar bir alana sahip olmakla birlikte dönemi için büyük bir yapıdır ve İstanbul’daki büyük kışlalar döneminin başlangıcını teşkil eder. Nizam-ı Cedid Hareketini başlatan III. Selim, Kışlasını yeni düzenin askeri alandaki mekansal karşılığı olarak inşa ettirmiştir.[2]
   Yapının iki katlı ve iç avlulu olduğu, plan şemasının avlu tarafında açık bir koridorla dış cepheler boyunca sıralanan odalarda meydana geldiği, yirmi dokuz odalı kısmi bodrumu bulunduğu tespit edilmektedir. Bu dönemde köşelerinde kuleler yoktur. Binanın kuzey ve güney cephelerindeki kapıları özenle işlenmiştir. Talim meydanı deniz tarafındadır. İki kasrı hümayunu bir camisi olduğu gibi, hastahane, mutfak ve çamaşırhane gibi servis birimleride kışlanın doğusunda ve batısında olmak üzere ikişer tanedir[3]
Binanın dış duvarları düzgün kesme taş ara duvarları moloz taş örgülü, döşemeleri ve çatısı ahşaptır. Yapının içerisinde mimarbaşı Mehmed Arif Ağa’nın imzası vardır, mühendiside Abdurrahman Efendi’dir. III. Selim boyunca kışlanın özel bir ismi olmayıp bazı farklı isimlerle anılmıştır; Yeni kışla, Muallem Asker Kışlası, Neferat Kışlası gibi sıfatlarla tanımlanır. 1830’dan sonra Selimiye Kışlak-ı Alisi, Selimiye Kışla-i Hümayunu olarak adlandırılır.[4]
İnşaat defterine göre benzersiz biçimde ve “yoktan var edilerek” (icad ve ibda’) yapıldığı ve kütlenin  büyük olduğu ifade edilmiştir. Nizam-ı Cedid kapsamında kurulan Anadolu kışlalarında askerler getirilerek burada talim yaptırılmıştır. 1807 de Kabakçı Mustafa ayaklanmasıya Nizam-ı Cedid hareketine son verildiğinde kışlanın han yapılması için ferman çıkmış ve kışlanın süslemeleri büyük zarar görmüştür. Temmuz 1808 de II. Mahmud tarafından Sekban-ı Cedid Askerlerine tahsis edilmişsede daha sonra çıkan yeniçeri isyanıyla bir daha bina olunmammak üzere yakılmış ve arazisi 1809 da satışa çıkarılmıştır.15 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağının ilgasıyla birlikte kışlanın yeniden inşasına başlanmış ve kışlanın satılan arazisi tekrar kamulaştırılmış ve kışlanın hem mimari projesi hem de maketi hazırlanmıştır. Bina iç avlusu, avlu tarafındaki koridoru ve dış cepheleri boyunca sıralanan odalarıyla yeniden inşa edilen kışlanın dış ve iç duvarları taş, döşemeleri ve çatısı ahşaptır. Dört cphesinde birer kapısı olan yapının köşelerinde kuleler de bu dönemde inşa edilmiştir. 27 ocak 1829’da görkemli bir törenle açılan kışlanın mimarı Hassa başmimarı Seyyid Abdülhalim Efendi’dir. Binanın kapılarında farklı kitabelerin bulunması kışlada yapılan onarımları işaret eder. Toplamda 3 farklı tarih bulunmaktadır.[5]
 Kırım Harbi sırasında 2,5 yıl(1854-1856)boyunca Osmanlı Devleti kışlayı Himalaya Gemisi’yle ve zevceleriyle beraber İstanbul’a gelen İngiliz askerlerine tahsis edilmişti. Bu sırada İngliz askerlerine hemşirelik yapmak amacıyla İstanbul’a gelmiş olan Florance Nightingale(1820-1910) ve oda arkadaşı hemşire Miss Buracebridge ile bugün müze olarak kullanılan alt üst iki odada kalmıştır.[6] Kırım Savaşında büyük dikkat çeken bina avrupa basınında konu olmuştur.[7]
 Osmanlı ordusundaki ilk terhis töreni 26 mart 1844’te bu kışlada yapılmıştır. Büyük üsküdar yangınında harikzedeler(temmuz 1887) ve sonrasında muhacirler(1921) ve mübadele sırasında göçmenler(1950) Selmiye’de ağırlanmıştır. 1920 de İstanbul işgal edildiğinde kışla İtalyanların kontrolüne giirmiş, Kurtuluş savaşın esnasında kışladan Anadolu’ya silah kaçırılmış ve işgal sonrasında İstanbul’a ilk gelen piyada birlikleri Selimiye Kışlasında kalmıştır(1923). Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir süre boş kalan kışlanın maddi ve manevi değerinin iade edilmesine karar verilerek 1959’da askeri ortaokul yapılmıştır. Kışla 1964 yılından beri Türk Silahlı kuvvetleri’nin Birinci Ordu’sunun yönetim merkezi ve Birinci Ordu Komutanlığı karargahıdır.[8]

Değerler Eğitimi Kapsamında Müslüman İlim Öncüleri ve Müslüman İlim adamları çalışması


Aşağıda ki ödev DİA(diyanet İslam Ansiklopedisi) ve Şaban Döğen'in Yeni Asya yayınlarından çıkan Müslüman İlim adamları ve Müslüman İlim Öncüleri adlı iki ciltlik eserinden değerler eğitimi kapsamında belli bazı Müslüman İlim adamları seçilerek örnek çalışmalarda kullanılmak üzere yapılmıştır.


Kindi:  ilk İslam filozofu, kelamdan felsefeye geçişi gerçekleştirmiş, o güne kadar genelde Süryanilerin elinde olan bilim i yetiştirdiği talebeler ile Müslümanlarında söz sahibi olarak ilerlemesinde en büyük emeği geçen, İslami ilimlerin tasnifi üzerine ilk düzgün çalışma yapan, hatta izafiyet kavramı dediğimiz kavramı ilk ortaya çıkaran Avrupalıların “alchindus” diye bildiği ilim adı.

İbnül Heysem:  Optik ilmnin kurucusu, orta çağın en büyük fizikçisi, matematikçi, filozof, astronom. Batda “Alhozen, Aveneton” diye bilinir.

Harizmi(9. yy):  Cebir ilminin kurucusu, matematikçi, astronom, coğrafyacı. Onun sayesinde cebir ilmi hesap ilminden ayrılmış ve sistemleştirilmiştir.

Musanın oğulları (Ahmed, Hasan, Muhammed b. Musa)(9.YY) : Sistem mühendisliğnin öncüsü olmuşlardır. Otomatik sistemlerdeki yaptığı çalışmalar ile çağının en düst düzey mekanik aletlerini yapmışlar, dünyanın çevresini ölçmüşler ve neredeyse metre farkıyla doğru tahmin etmişlerdir.

Ali b. Abbas (10.yy):  1000 yıl önce kanser ameliyatı yapan cerrah, Doğumda kendisinden öne ta hipokrata kadar dayanan çocuğun kendisinin hareket ettiği görüşünü, rahimdeki kasların sıkışıp gerilemesiyle olduğunu söylemiş, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan yunan tıp eserlerini kurtarmış ve onlardaki hataları düzeltmiştir.

Ali b. İsa(11.YY): Ortaçağın en büyük göz doktoru, Göz ile ilgili yazdığı kitabı 18.yy sonlarına kadar hem avrupada hem İslam dünyasında okutulmuştur.

Ali b. Rıdvan(11. yy): Modern tıb tekniklerinin kurucusu sayılan, hasta tedavi süreçlerini ve teşhis sürecini tafsilatlı olarak anlatan, Batılıarca “holy rocan” diye bilinir.

Battani(10.yy):  trigonometride sinüs ve kosinüs ü icat eden, yaptığı astronomik çalışmalar neticesinde ismi günümüzde aya verilen astronomlardan olan, Güneş yılını sadece 24 saniye fazlalıkla ölçmüş, batıda “albategenis” diye bilinir.

Birunu(10.yy): Dünyanın döndüğünü 10. Yy da yazdığı eserde belirten bu yüzden 17 yy a kadar eserlerine kilise tarafından yasak konulan  Batlamyus tarafından dünya merkezli evren fikrini, güneş sistemi şeklinde olduğu şeklinde değitren ve kopernik in  kendisinden sonra bu sistemi kopyaladığı düşünülen, matematikçi, fizikçi, astronom, jeolog, tarihçi, coğrafyacı, botanikçi, İslam alimi.

Cabir b. Hayyam(8.yy): atom bombasından ilk kez söz eden, kimyanın kurucusu sayılabilecek, ilk kimyevi sınıflandırmayı yamış ilim adamı.

Cezeri(12.yy): otomotik sistemin ve robot ilminin dahi öncülerinden.

Ebul Vefa(10.yy) : Trigonometriye tanjant , kotenjant, sekant ve kosekant ı kazandıran matematikçi.

Ebu Ma’şer(9.yy): Med cezir(gel git )olayı hakkında ilk ilmi çalışma yapıp avrupadan 600 yıl önce belirten alimdir, Avrupa ancak Newton un yerçekimi hadisesinden sonra ilmi bir açıklama yapabilmiştir. Avrupalılarca bilinen ismi ”Albumassen”

Hz Davud ve Hz Süleyman hakkında kişisel örnek oluşturacak özellikleri

Aşağıda ki ödev Değerler eğtimi kapsamında DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi)dan yararlanarak Hz Davud ve Hz Süleyman (a.s.)'ın kişisel örnek oluşturacak özellikleri çıkarılmıştır.

Hz Davud:
Kuran-ı Kerimde Calut’u öldürmesinden sonra he hükümdarlık hemde hikmet(nübüvvet) verildiği bildirilir. İsrailoğullarının tarihinde ilk defa hükümdarlık ve peygamberlik şahsında bir araya gelmiştir.
Hükümdar ve peygamber olduğu halde kendi el emeği ile yaptığı demir işlemeler ve zırhlar sayesinde evini geçimini temin etmiştir.
Dağlar ve kuşlar onun buyruğuna verilmiş sabah akşam Hz Davud’un tesbihine katılmışlardır.
Çok Gür ve güzel sesli olup Zebur’u okurken kurt, kuş oturtup onu dinlermiş.
İbadete ve Salih amele düşkünlüğü, Allah’ı çok zikrettiği Kuran da geçmektedir.
Hz Davudun namazı ve orucu hz peygamber tarafından da hadislerinde övülmüştür ve ibadetlerin en güzeli olduğu belirtilmiştir.
Hz Davud’un orucu: bir gün yiyip diğer gün oruç tutmak
Hz Davud’un gece namazı: gecenin yarısına kadar uyuyup, üç’tebir’inde namaz kılmak ve sonra tekrar altı da bir’inde uyumak .
Allahu Teala Hz Davud’u yeryüzüne halife kılmış, saltanat ile güçlendirmiş ve adalet ile hükmetmesini emretmiştir.
İSrailoğullarını tam anlamıyla bir yerleşik medeniyete geçirmiş ve ibadetlerini sistemleştirmiştir.
Devleti yönetirken adaleti öncelikle kendisi icra etmiştir…

Hz Süleyman:
Hükümdar peygamber, Kuranda 16 yerde ismi geçmektedir
Üstün kılındığı, şükreden, Salih, hakim, anlayışlı bir kul, keskin zekası, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneği Kuran-ı Kerimde övülmüştür.
Allah Hz Davud ve Hz Süleyman’ı peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır.
Dünyevi gücün ve saltanatın ve de adaletin sembolü sayılmıştır.
Hz Süleyman bunca saltanatın ve mülkün sahibi olmasına bütün mahlukata hükmetmesine rağmen bu dünyadan geçip gitmiştir.



Ahilik nedir , Ahilik hakkında bir kaynak araştırması,

Ahilik hakkında 2012-2013 yılında hazırlamış olduğum sunum ödevlerimden bir tanesidir. Ödev sunum amaçlı olduğu için kaynakça ve dipnot eklenmemiştir. ana kaynak Özellikle DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi),Neşet Çağatay'ın "Bir Türk kurumu olarak Ahilik" , adlı kitap kullanılmıştır. bunlar haricinde de bir kaç kaynağa daha bakılmış ise de not alınmadığı ve sunum olduğu için yazılmamıştır.
Faydalanacak arkadaşlara şimdiden başarılar diliyorum.


   AHİLİK

                                            Ahi Kelimesinin Kökeni
Bunun hakkında iki rivayet vardır. Bunlardan biri kelimenin arapça ‘’kardeşim’’ demek olan Ahi kelimesinden geldiği, ikincisi ise DivanuLugatit Türk’te geçen ve eli açık cömert anlamlarına gelen Türkçe akı kelimesinden geldiği görüşüdür. Burdaki k harfinin zamanla dönüşerek h harfine geldiği ve ahi olduğu söylenir.
  Ahilik
 İslam dünyasında Abbasi halifesi Nasır Lidinillah tarafından kurumlaştırılan Fütüvvet kurumunun Anadolu’da 13 yy itibaren milli ve yerli unsurlarla donanmış bir şeklidir. Ahilik türk esnafının hayat anlayışına ve dünya görüşüne uygun olması sebebiyle  daha çok esnaf arasında gelişmiş olmakla birlikte esnaf dışındanda çeşitli meslek erbabını bünyesinde barındıran Ahi Evranı Veli  önderliğinde Anadolu’da Balkanlarda Ortadoğuda ve Kafkaslara kadar yayılan sivil bir yapılanmanın adıdır.               
                Türk Fütüvvet hareketi denilebilecek ahilik kurumu, 13 yy kurulup 20 yy dek köylere varıncaya kadar Anadolu türk toplumunda varlığını kesintisiz bir biçimde sürdüren Anadolu türk toplumunun birlik ve beraberliğine refah ve düzenini sağlayacak ve halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda örgütlenen amaç ve çalışma tarzı açısından topluma hizmet sevdası ve aşkıylka bir tür özel yönetmelik sayılabilecek ahi şecere ve fütüvvetnameleriyle belirlenmiş iş, meslek, ahlak disiplini, şeyh usta kalfa çırak, yamak hiyerarşisi doğrultusunda çalışmayı bir tür ibadet telakki eden sınai, ticari, askeri, ekonomik, toplumsal, eğitsel ve kültürel faaliyetlerde bulunan bir sivil toplum kuruluşudur.
                Daha geniş bir açıdan bakacak olursak Ahilik bir yandan tek tek fertlerin ahlaki erdemlerle donanmalarını, onları iyi birer birey yapmayı amaçlayan öte yandan da bireylerin oluşturduğu aileden millete ve hatta topyekûn insanlık alemine varıncaya kadar bütün toplumsal yapıların huzurlu, müreffeh, barış ve esenlik içerisinde yaşamalarını hedef kılan bir insanlık kurumudur.
                                                                  Fütüvvet
Sözlükte genç yiğit cömert demek olan feta kelimesinden türemiş olup, gençlik, kahramanlık ve cömertlik bir kelimedir. Terim olarak fütüvvet ise, dünya ve ahiret halkı nefsine tercih etmek, cömertçe vermek, başkasını rahatsız etmemek, şikayet ve sızlanmayı terk etmek, haramlardan uzaklaşmak ve ahlaki değerlere sahip olmak diye tanımlanır.
  Kavram olarak ise Fütüvvet herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım ve iylik etmek, başkalarını kendine tercih edip onların menfaatini kendi menfaatinden üstün tutmak, toplumun ve fertlerin mutluluğu ve kurtuluşu için kendini feda etmek gibi anlamları içerir. Feta’nın konuk severliği ve eli açıklığı sonuna kadar, yani kendisinin hiçbir şeyi kalmayıncaya kadar sürer. Fütüvvet ehli, arkadaşları uğruna canını feda eder. İşte bu yüzden konukseverliğin, yiğitlik ve fedakarlığın en yüksek mertebesine fütüvvet denmiştir.
                                          Ahiliğin Anadolu’da Doğuşu Ve Gelişimi
Fütüvvet, Hicretin ikinci yılından itibaren bilinmekte ise de Kurumsallaştırılması AbbasıHlifesi Nasır Lİ dİnillah tarafından oluşturulmuştur. Halife Nasır Fütüvvet kurumunu resmileştirdikten sonra  çevredeki diğer islam devletlerine elçiler göndererek onları da bu teşkliata dahil etmek istemişlerdi. Bu amaçla Anadolu Selçuklu Devlet Hükümdarı 1. İzzeddin Keykavus’a ŞihabuddinSühleverdi Başkanlığında bir heyet göndererek, kendisini teşkilata dahil etmiş daha sonraları ise 1. Alaaddin Keykubat ve 1. GıyaseddinKeyhüsrev’inisimleride fütüvvet teşkilatının içerisinde geçmektedir. Bu gelişimlerin Anadolu’da Ahilik teşkilatının gelişmesinde etkili olduğu tahmin edilmektedir. Halife Nasır’ın teşvikiyle gerçekleşen bu temaslar sonucunda Fütüvvet anlayışşını temsil eden Mutasavvıfların anadoluya gelmesiyle, burada büyük bir irşad faaliyeti başlamıştır. Bilhassa EvhadüddinKirmani ve halifeleri için çok sayıda zaviye yapılmıştır. Ancak Anadolu’da ahiliğin yaygınlaşması ve kurumsallaşmasını sadece bu gelişmelere bağlı olmayıp Moğol tehlikesi nedeniyle Orta Asya’dan Anadolu’ya sürmekte olan göçünde etkili olduğu bilinmelidir.
                Ahilerin Anadolu da ki gelişimi üzerinde bilim adamlarının görüşlerinde önemli farklılıklar gözlenmektedir. Fuat Köprülü Fütüvvete kaynaklık eden dini hareketlerin esas itibariyle Batınilikten çıktığını söyler. Daha sonra 13yy da ahilik adı altında çok önemli ve çok yaygın bir mesleki tasavvufi bekarlar zümresi bulunduğunu, bunların fütüvvet mesleğine sahip olup senetlerini Hz Ali vasıtasıyla Hz Peygambere kadar götürdüklerini, içlerinde bir çok kadılar ve müderrislerin bulunduğunu, bu teşkilatın herhangi bir esnaf topluluğu değil, o teşkilat üzerine istinâdeden  akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat sayılabileceğini belirtir.
                Köprülü daha sonra Ahiler namıyla bilinen fütüvvet zümrelerinin İslam aleminin hemen hemen her tarafında göze çarpan esnaf teşkilatına bağlı bulunduklarını ve Ahilik teşkilatlarının rıfailik, Mevlevilik, Bektaşilik ve Halletilik gibi tarikatlerle de pek çık bakımlardan ilişkili görünmesi gerektiğini, ahilerin 13 yy’dan 20 yy sonlarına kadar bilhassa anarşi devrelerinden siyaseten çok önemli roller oynadıklarını, yine bu zümrenin Osmanlı saltanatının kurulmasında etken olduğunu ve Osmanlı merkez idaresi güçlendikten sonra sadece esnaf teşkilatı mahiyetinde kaldığı ifade etmektedir.
                Bazı bilim adamları ise Ahiliğe doğrudan doğruya bir Türk Kaynaklı bir kurum olduğu görüşündedir. Neşet Çağatay’ın görüşüne göre Ahilik Türklere özgü bir kurum olup Fütüvvetten ayrı  bir kurumdur. Ahiliğin kaynağının orta Asya’ya kadar gittiğini söylemekte, tezini Türklerin İslam öncesi dönemlerden beri Sanat, Ticaret ve başka meslek alanlarında büyük gelişmeler gösterdiklerini hatta referans olarak Ticari bir ibare olan çek’in ilk defa orta Asya’da türkler tarafından kullanıldığını ve Türkçe çekmek fiilinde geldiğini ifade ederek Türklerin öteden beri ticari hayatın içerisinde olduğunu iddia ederek böyle bir kurumu kurmuş olmalarının gayet tabii olacağını söyler. Başka bir delil olarak da İbnBatuta’nın Seyahatnamesini gösterir. Aşık Paşa oğlu tarihinde ise Ahiler, Gaziyani Rum( Anadolu Gazileri) Hacı Bektaş tarafından kurulan Baciyanı Rum( Anadolu Kadınları) Abdalanı Rum( Anadolu Dervişleri) adlı topluluklarla birlikte anmaktadır. Ahilerin diğer zümrelerle birlikte Anadolu’nun birliği ve dirliği noktasında birlikte hareket ettiklerini ve bu mücadelede büyük başarı gösterdikleri tarihen sabit hususlardandır. Ahilerin bu zümrelerle birlikte 12 ve 14 yy Anadolu’sunun önemli tasavvufi oluşumlarıyla da sıkı işbirliği içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.
                Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde de ciddi katkıları olmuştur. Osmanlı Devleti’nin doğuşu sırasında Ahi liderleri ve aşiret beyleri bu devletin kuruluşlarında etkili olmuşlar; başta Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin çevresinde  başta hem şeyhi hemde Kayınpederi olan Şeyh Edebali, Şeyh Mahmut Gazi Cendereli( Çandarlı)  Kara Halil gibi önemli ahi liderleri mevcuttu. Osman Gaziden sonra tahta geçen Orhan Gazi ve 1. Murat Hüdavendigar’ın da ahi teşkilatına mensup oldukları ve çevrelerinde bir çok ahinin bulunduğu belirtilir. Hatta 1. Murat’ın aihilerin elinden Şedkuşatıp bu teşkilata dahil olduğu ve  Ahi Şeyhi Seydi Sultan’ın kızıyla evlendiği, kendi eliyle kuşak kuşattığı da bildirilmektedir. Osmanlı’nın kuruluş devrinde önemli siyasi etkinlikleri olan ahilerin bu etkileri kuruluştan sonra da devam etmiştir. Mesela Osman Gazi ölünce oğlu Orhan, Alaaddin ile Ahi Hasan ve diğer Ahi ileri gelenleri toplanmışlar, Orhan Gazi ölünce  onun yerine  Ahilerin kararıyla 1. Murad’ın geçmesiyle ahilerin Osmanlı Devleti’nin özellikle ilk dönemlerinde ne kadar etkili olduklarının bir göstergesidir.

Büyük Selçuklu Devleti ve Abbasiler Arasındaki Münasebetler

      Aşağıda ki yazı 2012-2013 eğitim yılı içerisinde islam tarihi dersi için hazırlanmış akdemik kurallara nispeten uyulmaya çalışılmış bir ödevidir.  Ana kaynak olarak DİA ansiklopedisindeki maddeler ve Mehmet Nadir Özdemir'in 1998 yılında Selçuk üniversitesinde yapmış olduğu Abbasi halifeleri ve Büyük Selçuklu sultanları arasında ki münasebetler adlı Yüksek lisans tezinden faydalanılmıştır. Ödev içerisindeki hatalar şahsıma ait olup, kaynak gösterilmeye ve alıntıların hepsi belirtilmeye çalışılmıştır, ekstradan çıkan bütün hataların buna göre değerlendirilmesini talep ederiz... Faydalanacak arkadaşlara şimdiden hayırlı faydalanmalar diyoruz...



             Büyük Selçuklu Devleti  ve  Abbasiler Arasındaki Münasebetler
      Abbasi-Büyük Selçuklu münasebetlerini incelemeye geçmeden Selçuklulardan önce Abbasi hilafeti ile siyasi münasebetlerin olan Türk devletleri hakkında bilgi vermek uygun olur. Çünkü Abbasilerin ikinci devrinde hilafet zayıflamış, toprak kaybetmiş ve hilafet toprakları üzerinde devletler kurulmuştur. Bu devletler Maveraünnehr ve Horasanda Samanoğulları (874-999), doğu sınırı üzerinde Karahanlılar(932-1212), bugünkü Afganistan ile Pakistan devletlerinin oldukları bölgelerde Gazneliler(962-1183), Batı İran ve Trakya’da Büveyhiler(932-1055), Mısır ve Suriye’de Fatimiler(910-1171)’dir. Bu devletlerden ikisi; Karahanlılar ile Gazneliler Türk, diğer ikisi Samanoğulları ve Büvehioğulları; İranlı, Fatimiler ise Arap’dır. Birinci katogoriye giren devletler Bağdad-Abbasi Halifeliğini meşru olarak tanırlar ve onun dini otoritesini kabul ve müdafa ederler.[1]
   Karahanlılar kendilerine ”mü’minlerin emirinin mevlaları” derlerdi. Maveraünnehir’de, devletlerinin kurulmasından itibaren Halife Kadirbillah adına sikke bastırdılar. Gazneliler Devletide kendilerini Abbasi hilafetine bağlı saydılar. Gazneli Sultan Mahmud Hindistana 17 sefer yapmış. Bu seferlerden özellikle 416-417/1205-1206’daki Somnast seferinde kazandığı zafer tüm İslam dünyasına yayılmış ve Abbasi halifesi tarafından Sultan ve ailesine yeni şeref lakapları ve ünvanlar gönderilmiştir. Bu ünvanlar ”Yeminü’d-devle” ve “Eminü’l-mille” vb. dir. Ayrıca Sultan Mahmud 381/991’de Büveyhiler tarafından hilafete geçirildiği için Samanilerce tanınmayan halife Kadirbillah adına horasan’da Hutbe okutmuştur.[2]
   Karahanlılar ve Gazneliler Abbasi Hilafetini sadece dini bir otorite olarak görmüşler, Halifeler Peygamber(a.s.)’in soyundan geldikleri için gönülden bağlı kalmışlardır. Ancak onların dini nüfuzlarından yararlanarak kendi siyasi otoritelerini güçlendirmek ve yaymak istemişlerdir.[3]

   Abbasi Hilafeti’nin 4.ve 5. Yüzyıllardaki Durumu

Abbasiler birinci dönemlerinde(308/920’den önceki dönem) Bağdad’da kuvvetli bir yönetime sahi idiler. Halife devlete mutlak olarak hükmediyordu. İtibarını, Allah’ın yeryüzündeki sultanı olarak adlandırıyordu. Ona itaat Allah’a itaatti. Yaptıklarından sorumlu değildi. Halifelerin kudret ve kaynağı ilahi bir temele dayanıyordu. Abbasi halifeleri artık “Halifetü Resulillah” yerine “Halifetulah” ve “Zıllullah fi’l-arz” unvanlarını taşımaya başlamışlardı Halife nazari olarak şeriatın bütün hükümlerine uymak mecburiyetinde olmakla birlikte uygulamada hiç de öyle değildi. Hilafet düzenli askeri kuvvetlere dayanıyor ve iktidarını ücretli bürokrasi ile yürütüyordu[4]. Söz konusu yüzyıl bitince Abbasi Devleti tarihinde yeni bir yüzyıl başladı. Tarihçiler bu asrı ikinci Abbasi olarak nitelendirdiler. Bu asır birinci Abbasi asrından ayrılıyordu. En önemli ayrılan yönü, ikinci Abbasi asrında devletteki merkezi yönetimin ortadan kalkmasıydı. Yani artık halifenin otoritesi vilayetlerde geçmiyordu. Bu durum Bağdad’dan bağımsızlık hareketlerini ortaya çıkardı. Aynı zamanda Abbasi Hilafeti müstakil devletlere ayrıldı. Halife’ye her artık ismen boyun eğiyorlardı. Onların boyun eğişi hutbelerde isminin okunması ve paralara isminin yazılması şeklindeydi. Bölgenin idaresini halife adına yapıyorlardı. Halife’ye her yıl vergilerini veriyorlardı. Bunların dışında mevalinin müstakil ordusu vardı. Vilayete halifeden tamamen ayrı bir şekilde hükmediyorlardı. Halifenin elinde kalan yetki ve otorite o derecede azalmıştı ki, başşehirde bile zorlukla hissedilir hale dönüşmüştü. Bu dönemde halifeler ancak kadıları ve cami imamlarını tayin ediyor, hac emirleriyle hisbe temsilcilerini atayabiliyorlardı. Halife’nin siyasi gücünün azalmasına mukabil yetkilerinin ”dini”  vechesinde bir artılş söz konusu idi. Bu dönemde Abbasi Halifesi sadece Irak’da kendisinden yardım beklenilen durumda kaldı. İslam aleminin geri kalan köşelerinde nüfuzu gerekliydi. Otorite boşluğunun olduğu bu dönemde Bağdad-Abbasi Hilafetini önce Büveyhiler sonra da Selçuklular hegomanya’ları altına almışlardır.[5]
   Abbasi Halifesi el-Müstefkfi’nin(333-335/944-946) yılında Ahmed b. Büveyhi’yi “emirü’l-ümerası”[6] tayin etmesi ve ardından Mu’izzü’d Devle(devlete kudret ve izzet veren) ünvanını taltif etmişti. Arkasından hutbelerde kendi adının okunması ve paralarda da adının basılması ile Büveyhi devleti kurulmuş oluyordu. Şii Zeydi olan Büveyhiler Abbasi hilafetini dini anlamda kabul etmemelerine rağmen, devlet menfaatlerine daha uygun buldukları için hilafeti yıkacak biçimde katı bir şii anlayışı benimsememişlerdir, çünkü bu sayede hem halifeliği kontrol altında bulunduracaklar hem devlet içerisindeki Sünniler hem de diğer Müslüman devletler nezdinde itibar göreceklerdi.[7] Hilafeti bu dönemde güçlenen Fatimilere bağlamaya teşebbüs etmemişlerse de, iktidarlarına tehdit olarak gördükleri Abbasi Halifelerine müdahalede bulunmuşlardır ve onları yoğun bir baskı altına almışlardır.[8]
   10. yüzyıl ile birlikte Türklerin büyük topluluklar halinde islamiyeti kabul ettikleri ve ilk türk devletlerinin kurulmaya başlandığı dönemde Abbasi devleti çok geniş sınırlara ulaşmış fakat buna karşılık devletin bu sınırlarını koruyacak ülke içerisindeki asayiş ve düzeni sağlarken aynı zamanda da yeni toprakları Müslümanların hizmetine açacak taze kuvvetlere ihtiyacı vardı. Çünkü Arap ve İranlı unsurlar artık enerjilerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. İşte Türkler bütün bu İslam’ın ihtiyaç duyduğu fonksiyonları üstlenmişler ve bölgedeki kuvvet dengelerinde değişiklik yapmışlardır.[9]

   Hilafet ile İlk Temaslar ve Sultan Tuğrul Bey Dönemi

   Abbasi Hilafeti ile Büyük Selçuklular arasındaki ilk münasebet Nişabur’un işgali ile Selçuklu Devleti’nin 429/1038’de muvakkat olarak kurulmasını müteakip başladı. Abbasi Halifesi Kaim bi Emrillah, Tuğrul ve Çağrı beye, rey, Hemedan ve diğer bölge şehirlerine akın yapan oğuz liderlerine gönderdiği elçi ve mektuplar ile yağma ve tahripten vazgeçmelerini istemiş onun yerine imar faaliyetlerinde bulunmalarını istemiştir. Halifenin elçisini hürmetle karşılayan Tuğrul Bey, halifenin sözlerini yerine getireceğini dile getirmiştir. Halifeye elçisi vasıtasıyla bölgede yaşanan durumu özetlemiş kendilerinin ve bölge halkının Gazne Devletinden ve Sultan Mesud’dan baskı ve eziyet gördüklerini belirtmiştir. Ayrıca kendi soylarının hür hükümdar ailesine dayandığını, gaznelilerin ise eskiden köle olduklarını dile getirerek kendilerinin daha fazla şayan-ı hürmete layık olduklarını ifade etmiş. İki sultan arasındaki bu mücadeleden anlaşılan Tuğrul Bey’in halifeden daha fazla manevi destek beklediği göze çarpmaktadır. Halife ise iki Türk sultanı arasındaki mücadelede ihtiyatlı bir tavır sergiliyor, hangi sultan güçlü olup hakimiyeti sağlarsa tavrı ondan yana koyuyordu.[10]
   431/1040 yılında meydana gelen Dandanakan savaşında Gazneliler i mağlup eden Selçuklular, Abbasi Halifesi Kaim bi Emrillah’a itaate karar vermişler, Halifede Selçukluları tanımıştır. Abbasi-Selçuklu ilişkileri ilk defa, Selçukluların Tuğrul Bey’in önderliğinde Gazneliler’e karşı kısmende olsa istiklallerini kazanmaları ve daha etkin bir güç haline gelmeleri ile başlamış oluyordu.[11]
   Selçuklular Abbasi Halifesi ile diplomatik ilişki kurmakla itibar kazanmayı isterken Abbasi Halifesi Kaim bi Emrillah’da Selçuklular ile ilişki kurup onlardan büveyhilere karşı yardım talep etmeyi hedefliyordu. Halife Bağdat ta Büveyhilerin ve Türk askerlerinin kumandanı olan Arslan Besairi’nin baskısı altında idi. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etmiş ve kendisini bu güç durumdan kurtarmasını istemişti.[12] Ayrıca Türkistan’dan yeni gelen Türkmenlerin bölgedeki harekâtının önlenmesi için de elçiler gönderiyordu. Gönderdiği bu elçilerden biriside Şafii Fıkhının otoritelerinden birisi olan Ebu’l Hasan el Maverdi’dir. Halifenin elçisini Tuğrul Bey izzet ve ikramla karşılamış, halife ise Tuğrul beyden bazı isteklerde bulunmuştur.