Sümbül Ebrusu

Sümbül Ebrusu

10 Kasım 2010 Çarşamba

Atatürkçü değilim

10.11.2010 tarihinli taraf gaztesinde hilal kaplanın bir yazısını okudum çok hoşuma gitti. Ülkmeimzdeki baskıcı rejimin kaynağı olan kişi ve tasallutlarına açıkca meydan okumuş. Hilal hanıma bu yolda yalnız olmadığını bildirmek istedim.....

Açıkca yada haykırmak gerekiyorsa BENDE atatürkçü DEĞİLİM....

Konya Şekerspor Manisaspor Ziraat Türkiye Kupası

konya şekerspor süperlig ekibi manisasporu 2-1 yenerek Ziraat Türkiye Kupasına 3 puanla güzel bir başlangıç yapmıştır. Temsilcimize bize yaşattığı bu sevinç için teşekkür ederiz.

Maçlailgili ayrıntılı bilgi için tıklayınız

Hilal kaplan atatürkçü değilim.

Bugün 10 Kasım. Bugün sadece Atatürk’ün ölüm yıl dönümü değil. Aynı zamanda Atatürk’ün ardından tutmamız beklenen kamusal yas sayesinde, onun siyasalın merkezindeki kadir-i mutlaklığının haklılığını ve meşruiyetini asla sorgulamamız gerektiğini bize hatırlatan tarih.
Ünlü siyaset teorisyeni Claude Lefort, Demokrasi Üzerine adlı eserinde iktidar alanının nihai olarak belirlenemeyen bir boşluktan ibaret olmasının demokratik sistemin alâmetifarikası olduğunu anlatır.Ne var ki sıklıkla demokratik olduğunu iddia ettiğimiz ülkemizde iktidar alanı sorgulanması dahi yasak olan ulusal ata/baba figürümüz Atatürk tarafından doldurulmuştur. Bu sebeple ülkemizde ne siyasi partiler ne de kişiler rahatlıkla Atatürkçü olmadıklarını izhar edebilirler. Ederlerse hadleri bildirilir. Açıktan “Atatürkçü değilim” denmese bile, otoriter laikçiliğe ya da üniter devlet yapısına karşı olduğunu belirtmek gibi tabu yıkıcı söylemler de direkt Atatürkçü olmamanın göstergesi olarak ele alınıp yine hadleri bildirilir. Kürtlerin ve dindarların siyasi partilerinin başına sıklıkla geldiği gibi “had bilmez” siyasi partiler kapatılıp cezalar yağdırılır; “had bilmez” bir kişiyse –Atilla Yayla örneğinde olduğu gibi- ifade özgürlüğü kısıtlanır, mecburi sürgün yaşar, hayatı zorlaştırılır. Eğer mevzubahis “had bilmez” bir hayvansa, ne olduğunu Gülsüm İnek’in başına gelenlerden hatırlıyoruz.
Böylesi bir Atatürk fetişizminin siyasal alanda pek çok işlevi var elbet. Bunlardan en önemlisiyse bence şu: Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren kötülüğü/ yanlışlığı/ çirkinliği bariz olan öyle işler yapıldı ki, iyiliği/ doğruluğu/ güzelliği sorgulanamaz olan bir isim üzerinden tüm bu zulümlerin hasıraltı edilebileceği sanıldı. Örneğin muhafazakârların ısrarla sadece İsmet İnönü dönemini kötülemesinin sebebi biraz da budur. Yani 1923-1938 arası yapılanları sorgulamamızın yasak oluşu.

Bir nevi “asr-ı saadet” muamelesi yapılan bu 15 yılda tam 14 Kürt isyanının olması, bunların en kanlılarının Dersim Katliamı oluşu, İstiklâl Mahkemeleri’nde pek çoğu suçsuz yüzlerce insanımızın muhalifler başta olmak üzere halka gözdağı vermek amacıyla asılması, savaşta bile Meclis’ini kapattırmamış bir halkın “demokrasiye hazır olmadığı” gerekçesiyle tek parti rejimine mahkûm edilmesi, Şark Islahat Planı’yla Kürt sorununun kangren hale getirilmesi, yine bir 10 Kasım günü Vecdi Gönül’ün “Yaptık da fena mı oldu?” bağlamında savunduğu gayrı Müslim varlığının elbirliğiyle yok edilmesi, devlet dininin İslâm olduğunu Anayasa’dan çıkartıp bütün halka ‘laikçi bir Sünniliğin’(!) empoze edilmesi, vb. Bunca zulmü unutmak, hatırlamamak, olmamış gibi davranmak mümkün mü? Bugün bile hükümetin açılım yapmaya çalıştığı toplumsal meselelere bakarsanız, pek çok sorunumuzun başladığı ya da zirve yaptığı tarihlerin mevzubahis 15 yıl içinde olduğunu görürsünüz.
Evet, bugün 10 Kasım. Atatürk’e “Ebedi Şef” unvanı verilmesinin boşa olmadığını bize hatırlatan tarih.


Hayrünnisa Gül “makbul first lady” olma yolunda

Başından beri eşinin ve dolayısıyla kendisinin halk tarafından onaylanmış makamını desteklediğim Hayrünnisa Hanım, üç senelik Çankaya ikameti sırasında “makbul vatandaş”lığın kodlarını çözmüş görünüyor: 1. Halka cahil muamelesi yapacaksın. 2. Eğitim şart düsturunca “Halkı aydınlatmak görevimiz” diyeceksin. 3. Dinî bilgiler alanında otorite olmasan da ahkâm keseceksin.
Bir first ladynin ilkokul çağındaki kız çocuğuna başörtüsünün farz olup olmadığı tartışması üzerinden açıklama yapması isabetli değil. Zira Çankaya’da Yaşar Nuri’nin sıkı okuyucusu olan bir first lady de oturuyor olabilirdi. Devleti temsil edenlerin din anlayışları çerçevesinde halka akıl öğretmesinden oldukça çekmiş bir ülkeyiz. Kaldı ki fıkhen İslâmi olgunluk anlayışı açısından 10 yaşında bir kız çocuğu için de başörtüsü pekâlâ farz olabilir.
Tüm bunlar bir yana, Hayrünnisa Hanım’ın sözlerindeki esas sorunu, başı açıklığı karar verilmesi gereken bir durum olarak görmeyip başını örtmeyi karar verilmesi gereken bir durum olarak algılaması oluşturuyor. Böylelikle başını açmak zaten olması gereken, genel-geçer, doğal, sağlıklı, meşru bir durumken; başını örtmek olmaması gereken, arızi, gayrı tabii, patolojik ve gayrı meşru bir durum mertebesine düşürülmüş oluyor. Bir ailenin kızını toplum içinde bacaklarını kapamaya ya da plaja gittiklerinde mayo giyip bacaklarını açmaya yönlendirmesi ne kadar olağansa; dinî hassasiyetleri yüksek bir ailenin de kendi mahremiyet algısı çerçevesinde kızını başını örtmeye yönlendirmesi o kadar olağandır.
Çocuk haklarını geliştirelim, çocuğun aile karşısındaki konumunu güçlendirelim ama bunu yaparken başını örtmeyi ille de aile baskısından neşet eden bir durummuş gibi yansıtmaktan vazgeçip devlet baskısını haklılaştırmazsak daha çabuk “aydınlanırız” sanıyorum.

hasiralti@gmail.com

yasemin çongar asker olmak istemiyorum

Otuz yıl önce, New York’ta, bir Aralık gecesi, sırtına saplanan dört kurşunla dünyamızı vakitsiz terk etse de, sakin ama sorgulayan sedası kubbemizde baki kalan Liverpoollu o işçi çocuğunun, her halkı, her bireyi askerlikten soğutabilecek o şarkısını dinliyorum şimdi. I don’t wanna be a soldier, mama, I don’t wanna die” diyor John Lennon. Bir “vicdani ret” çağrısı değil bu; daha eksik, daha temel, daha kuvvetli bir yakarış.
“Asker olmak istemiyorum anne, ölmek istemiyorum” diyen her çocuk, illaki “susmayı reddeden” bir vicdana sahip olduğu için değil zira; “insan” olduğu için bile değil hatta, bizatihi canlı olduğu için de, direnmiyor mu aslında? “Ölmek istemiyorum anne,” içgüdüsel bir yakarış değil mi her şeyden önce; kuvvetini asıl buradan almıyor mu?

Zaten her Türk de aslında asker doğmuyor, öyle değil mi? Her insan gibi, her canlı gibi, her Türk de içinde “Ölmek istemiyorum” diyen bir sesle doğuyor; “Asker olmak istemiyorum” itirafıyla aynı cümlede buluşmaya ziyadesiyle meyyal bir ses bu.
“Her Türk” asker doğmuyor ama her gün “bir Türk,” asker olduğu için ölüyor bu memlekette. Savaştan, söz ediyorum, evet. Ama cepheden söz etmiyorum; çatışmadan, operasyondan, baskından, hatta pusudan bile söz etmiyorum.
Kışladan ölüm haberleri geliyor her gün. Kalpleri ne söylerse söylesin, gururlarının sesi daha yüksek çıktığından belki, anneleriyle “Beni merak etme; çabucak döneceğim” diye vedalaşıp, birliğine teslim olurken daha, tezkere için gün saymaya başlamış çocuklar ölüyor her gün. Nöbet tutarken vuruluyorlar; yatakhanede ölü buluyorlar onları; atış talimi sırasında hedef oluyorlar. Ölüyorlar; “eğitim zayiatı” diye not düşülüyor. Öldürülüyorlar; “intihar etti” deniyor onlar için.

Hemen her gün, kışladan bir “şüpheli ölüm” haberi geliyor yazı işleri masamıza. Dün sabah toplantısında Yurt Haberler Müdürümüz Oktay Özilhan, biri Isparta’dan, diğeri Menemen’den iki “kara şüphe”yi almıştı gündemine.
Isparta’da iki aylık asker Uğur Koç, “eğitim sırasında vücuduna isabet eden kurşunla” ölmüştü. Sorgusuz, sualsiz, hesapsız; “öldü” demişlerdi, o kadar, “eğitim zayiatı!” İzmir Menemen’deki 57. Topçu Tugay Komutanlığı’nda ise, er Bilal Çıplak, kanlar içinde bulunmuştu. Çenesinden girmişti kurşun. Elbistanlıydı Bilal; “intihar” demişlerdi, o kadar.
Sonra öğlen toplantısında Mehmet Baransu, elinde Caner Bahar’a ilişkin belgelerle geldi masaya. Caner’i hatırlıyorduk; Kastamonu’daki Bozkurt Karakolu’nda askerliğini yaparken ölmüştü, haber yapmıştık. Onun için de “intihar” demişlerdi. Sol tarafından, kulak hizasından vurulmuştu Caner. Solak değildi oysa. Babası, morgda oğlunun bedeninde iki ayrı merminin izlerini görmüştü.
Baransu, soruşturmaya ilişkin yeni ayrıntılar öğrenmişti bu kez; askerlerin tanıklıkları, morgdaki fotoğraf çekimi ve olay yerinde bulunan kovanların sonradan değiştirildiği bilgisi, Caner’in ölümünü büsbütün “karanlık” kılıyor. “İntihar etti” açıklamasına inanmayan, hakikatin kendilerinden gizlendiğini düşünen Bahar ailesi, oğullarını yitireli tam yirmi iki ay oldu ve soruşturma sürüyor.
Dün “kışlada ölüm” haberleri mesaimiz Caner’le kapanmadı... Birinci sayfayı hazırlarken, bu kez Dış Haberler Şefimiz Zeynep Mertoğlu Oğur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararını getirdi. AİHM, Tunceli’de askerlik yaparken 2003’te ölen ve ailesine “intihar ettiği” bildirilen Mevlüt Baysan’la ilgili başvuruda Türkiye’yi haksız bulmuştu. İddia, Mevlüt’ün “depresyonda olduğu ve arkadaşının yerine nöbet tutmak için aldığı silahla kendini vurduğu” idi. Aile buna inanmamış ama tüm çabasına rağmen, hakikati de bulamamış; memleketin adaletinden umudu kesince de AİHM’e gitmişti.Strasbourg’daki mahkeme, “Türkiye yetkililerinin Mevlüt Baysan’ın ölümüyle ilgili olarak etkili bir soruşturma yapmadıklarına” hükmetti dün ve Ankara’nın Baysan’ın ailesine 39 bin avro tazminat ödemesini kararlaştırdı.
Bugün birinci sayfamızdaki “Kışlada intihar cinayetleri” başlığı, böyle bir gündemden süzüldü işte... Bu başlık yüzünden, bu haberler yüzünden, şu anda okuduğunuz bu yazı yüzünden bizi, “Halkı askerlikten soğutmak” suçundan yargılarlar mı bilmiyorum... “Halkı ölümden soğutmak” diye bir suç olmadığını biliyorum ama. Oğullarını orduya emanet eden ana babalara, “Eğitim zayiatı” diye, “İntihar etti” diye rapor vermeyi alışkanlık haline getirenlerin hıyaneti sürdükçe, bu memleketin oğullarının içinde, ezgisi ve sözü nasıl olursa olsun, özü “Asker olmak istemiyorum anne, ölmek istemiyorum” diyen bir şarkı taşıyacaklarını biliyorum.

ycongar@mac.com

10 kasım gazeteleri

Bidliğiniz gibi gene 10 kasım geldi. Sabah saat 09.05 de sirenler çaldı okullarda öğrenciler dışarı çıkarıldı 1 dk saygı duruşunda felan bulundular  insanlar saat 09.05 de siren sesini duyunca trafikte durup saygı duruşunda bulundular felan feşmekan... tv de haberler bir dünya ıvır zıvır dolu, peki gazetelerne alemde dersiniz.
vakit zaman yeni şafak ve yeni asyayı inceleme fırsatım oldu... birde milli gazeteyi. internet vasıtası ile tüm gazetelerin ana sayfasını 35 ulusal gazeteden sadece 4 ü mustafa kamalin ölüm yıldönümü ile ilgili gazetenin manşetine ve ana sayfasında yer vermemiş Birgün, Milli Gazete Taraf ve Yeni Asya ...(milli gazete taraf ve birgünü tam olarak inceleyemedim) yeni asya ve taraf gazeteleri ise m.kamal ile ilgili tek bir habere dahi imza atmamış(tarafta m.kamal ile ilgili hilal kaplanın bir eleştiri yazısı var). olması gereken de bu aslında, Akitin yağtığı ise tam bir demogoloji, m.kamalin zamanında yaptıkları (resmi tarihin birçok belge ve gerçeği gizlediği halde) ortada iken tutup ana sayfada m.kamal resmini vermeye ne gerek var... ayıp tek kelime ile.. hem bir davayı savunacaksınız hemde takiye adı altında bu topraklarda 80 yıldır çekilen eziyetin sorumlusu olan şahısın ölümü ile ilgili ana sayfanıza haber koyacaksınız... en azından bazı takiyyeciler gibi rahmet bari okumamışsınız ama yaptığınız ile söylemeleriniz 10 kasım 29 ekim 23 nisan 19 mayıs ve 30 ağustosta hiç uyuşmuyor.... Bunun hesabını öteki tarafta sorarlar haberiniz olsun..