Sümbül Ebrusu

Sümbül Ebrusu

8 Ocak 2014 Çarşamba

Sencer Divitçioğlu Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu kitap takdim özet inceleme

Sencer Divitçioğlunun "Osmanlı Devletinin Kuruluşu" adlı kitabına yazarın bu kitabı osmanlı kuruluş dönemine çok daha farklı bir açıdan bakıp öyle yazdım demesi üzerine tarafımızdan da bir kitap incelemesi üzerine bakılabilecek en farklı şekilde bakılıp gerçekleştirilmiş bir incelemedir.  Akademik ve dil bilgisi açısından bir çokuslup hatası ve yazım yanlışları ile doludur. Bu sadece mehmet talha gürbüz ün kitabı okuyup kapattıktan sonra aklında kalanlardan ortaya dökülen kelimelerin bir araya getirilmesiyle meydana çıkmış bir derleme ve inceleme yazısıdır. İncelemeyi yapan kişi herhangi bir şekilde hakaret olsun övgü olsun yada maksat eleştirel bir anlam üzerine olsun diye bu yazıyı kaleme almamıştır. Sadece ve sadece kitabın kapağını kapattıktan sonra aklında ne kaldıysa onların kağıt üzerine dökülmesiyle oluşmuştur. Burda bulunan bilgiler mehmet talha gürbüz ün okuduğu kitaba kendi fikir yapısıyla baktığı için kitapla ilgili anlamsız manalarda çıkarım yapmış olabilmektedir. o yüzden kitapla ilgili en sağlıklı bilgiyi edinmek için yada bende kendi fikrimle tartmak istiyorum diyenler için kitabın orjinalinin okunması elzemdir. burası sadece size küçük bir mum ışığı kadar bir yol aydınlatabilir..

Yazarımız kaleme aldığı bu eserinde, daha önce kalem oynattığı konuda tekrar aynı şeyleri yinelemek için değil bugüne kadar bakmadığı bir kapıdan olaylara bakmak için bu eseri yazdığını belirtmiştir.
 Eserin önsözünde neden kaleme alındığı belirtilirken birbirine karıştırılmaması gereken kavramlar özenle vurgulamıştır. Aynı zamanda bize gelen her şeyi bir çırpıda silip atmak yerine, hepsinin kullanılabilecek bir noktasının olduğunu da eklemiştir. Önsözde en son vurgulamak istediği konu ise değişen dünya ve zihinlerle ilgilidir. Kendiside buna kayıtsız kalamayacağını belirterek başlar.
 Osmanlı Beyliğinin kuruluş bölümünde yazar, kendisinden önce Cemal Kafadar’ın da biraz yapmaya çalıştığı bir metodla başlamak istediğini belirtir. Toptancılık yok, eşyayı sadece olması gereken yere kendi ölçümde yerleştirebilmek der.
 Yazar Ön-Osmanlı Tarihi bölümünde efsane vurgusunu incelmekte ve efsanelerin hemen reddedilemeyeceğini belirtir. Efsanelerin doğruları yakalamak için bir ipucu olduğundan bahseder. Ve hemen ardından ekler, efsaneler sayesinde sorulması gereken bir çok soru sorulmuştur.
 Süleymanşah ile ilgili yazar’ın en çok dikkatini çeken husus, Süleymanşah’ın kim olduğundan ziyade Osmanlı Devletinin kurulduğu esnada bölgede yaşayan Süleymanşah ismi ve İznik devletinin mirasıdır. Bugüne akdar çok az kişinin sorguladığını düşündüğü bir başka konu ise bu Süleymanşah ismi sadece bir efsanevi abartı olarak mı kullanılmış yoksa bölgede 200 yıl içerisinde yaşananların derlemesinden mi böyle bir anlam çıkartılmıştır.
 Osmanlıların kendilerinin soyundan geldiklerini düşündüğü Kayı soyu meselesine de el atar yazarımız. 13. Ve 14. Yy’ın karmakarışık Anadolusun da hiçbir topluluğun saf kalmayacağını belirtir. Bunun için bu boyların ta oğuz ellerindeyken bile ne durumda olduklarından bahseder. Osmanlıların iddiasının doğru olabileceğine yönelik birkaç küçük kanıttan bahsetse de bölgenin yapısındaki çok kültürlülüğün bu yapıyı değiştirme olasılığından da vazgeçmez.
Süleymanşah dan sonra Ertuğrul Bey’in yani Osman Bey’in babasının en azından efsanevi bir kişilikten sıyrılıp elle tutulan boyutlara girdiği için tarih açısından bunu fazla sorgulamaz. Fakat bir bey olduğu için beylik ve idari yapı ile sosyal yapıyı biraz inceler, bunun için Türkmen dünyasından örnekler getirerek bir varsayıma ulaşmaya çalışır.
 Son olarak Osman Gazinin isminin Arap ve Bizans kaynaklarında yazıldığı şekli olan Otman veya Atman ismi üzerinde durur. Bizans kaynağında bahsi geçen Atman isminin çok fazla dayanağı olmadığı için dikkat-ı şayan görmez iken, Osman Gazinin babası Ertuğrul Beyin dindar kişiliğine nispetle Otman isminin mana itibariyle olmaması içinde bir sebep olamayacağını söylemeden geçemez.
 Eserin Osmanlı Tarihine Başlangıç kısmında Osmanlı toplumsal yapılarını tanıtır. Ardından tanıttığı bu toplumsal sınıfları asıl işlevine göre yeni bir baştan bir değerlendirme yaparak Osmanlının kuruluş döneminde bulunan sınıflarını çok daha farklı bir açıdan tanıtmayı yeğlemiştir. Kendisinin baktığı farklı bir pencere olduğunu buradan olaya bakıldığı zaman görülmemiş şeylerin görülebileceğini de ispat etmek ister.
 Osman Bey’in Müslüman mı doğduğu yoksa sonradan mı Müslüman olduğu konusunu çok fazla kaşımayan yazar direkt olarak Osman Bey’in bir derviş evinde görmüş olduğu rüya üzerinde yoğunlaşır. Burada Osman Bey’in gördüğü rüyanın aslında devlete kutsallık atfederek için kullanılan eski bir gelenek olduğunu belirtir ve çok çeşitli örneklerle bunu destekler.
 Osman Bey’i Müslüman biri olarak vurguladıktan sonra Anadoluda özellikle en önemli konu olarak gösterildiğini iddia ettiği gazilik kavramı üzerinde yorumlarda bulunur. Gazilik kavramını hem İslami açıdan yani dinsel açıdan değerlendirirken birde toplumsal bir yanı olan akınlar üzerinden değerlendirmeye alır. Osmanlının ilk zamanlarında sadece Allah Rızası için savaş yaptıkları tezini kendine göre doğru bulmamaktadır. Nedeni ise neredeyse iki yüz yıldır beraber yaşamakta olan Anadolu da her şeyi savaşa endekslenmiş bir hayatın gerçek olamayacağıdır. Gaza ve gazi konusunda son sözü ise ise Halil İnalcık’ın yazdıklarına yakın bir noktaya getirerek bitirir.
 Gaza ve gazi kavramında son olarak eski Türk adetlerinden olan fethedilen yerlerin paylaştırılması geleneğinden bahseder. Eski geleneklerde fethedilen toprakları alan beylerin ileride merkezi otoriteye bir sorun çıkardığını Osman Bey’in geçmişten ders alarak, sistemi direkt değiştirmeden lağv etmeye çalışmasından bahseder.
 Gaziler, Alpler ve Türkmen Beylerini tek bir potada değerlendirir. Ama her birinin kendine has özellikleri olduklarını da belirtmeden geçmez. Gazileri açıklarken dinsel anlatımların bu yolun yolcularının hayat gayeleri olduğunu açıklarken, gazadan gelen ganimetlerinde dinsen mana kadar bir yekûn tuttuğunu da unutmamamızı ister. Alp kelimesinin kökenini orta asya bozkırlarına kadar götürmüştür, yazarımız. Alpleri bir nevi profesyonel savaşçı olarak tanıtır. Kazançları için çarpışan cengâver bir topluluk olduklarından ve gaziler gibi belli kuralları olmayan ama herkesin saygı duyduğu bir topluluk. Yazarın bir diğer bahsettiği topluluk ise Türkmen Beyleridir. Türkmen Beylerini de Alpler gibi geçim kaynağı olarak savaş metodunu benimsemiş bir grup olarak değerlendirmeye almıştır. Ama Alpler ile Türkmen Beylikleri arasındaki bu benzerliğin farklılıklarını ise çok fazla açıklamaz.
 Ahiler için şehirlerde yaşayan birleşik zanaat erbabı olarak bahseder. Bu kurumun iktisadi yapısındaki kuvvetini özellikle vurgular. Zaman zaman Anadolu da yaşanan otorite kaybı esnasında ise toplu halde iş gören bu zanaat erbabının yönetim işlevini ahi yaptığından bahseder. Yazarın ahilerle ilgili bir diğer yaklaşımı da Ahilerin çok fazla dini ve savaş işlevinin olmadığını ileri sürmüş olmasıdır.
 Göçebe Türkmenlerin yani ilk Osmanlıların iktisadi yapı olarak hayvancılık ve halıcılık gibi göçebe uğraşlara sahip olduklarını ve maişetlerini bu şekilde hallettiklerinden bahseder. Göçebe geleneğinde önemli olan yağma ve değiş tokuş biçimlerinden de bahseder. Göçebelerin yerleşik kültüre geçmeye başlamalarıyla birlikte yağma kültürünü zaman içinde azalttıklarını çünkü yerleşik düzenin gerekli teşriki mesaisi için bunu zorunlu kıldığından bahseder. Fakat Osmanlılar ne zaman etrafta bulunan Bizans hisarlarından bazılarını ele geçirip yerleşik düzende kalıcı bir konum sağlayınca, o zaman tekrar yağma ve uluca hareketine giriştiklerinden söz eder.   Osmanlıların ilk dönemlerinde, şehirlere dahi geçtikten sonra göçebe kültüründen kolay kopamadıklarını, o devirde yaşamış seyyahların notlarından yararlanarak aktarmaktadır. Konar-göçer Osmanlıların iktisadi hayatları ise zamanla yerleşik düzenin getirisi ve baskınlardan gelen mallar ile artık iyice gelişmeye başlamıştır.
 Yazar’ın bölgede yaşayan Rum ahali ile ilgili yorumu da şu şekildedir?
Osmanlıların bölgede hızla gelişip yayılmaları, bölgenin asıl sakinleri olan Rum ahaliyi korkutmuş ve hatta bazı bölgelerde çok sayıda kaçışa neden olmuştur. Kırsal kesimlerin belli başlı yerlerde boşalması bölgedeki tarımsal faaliyetleri de aşağı çektiği gibi, şehirlerde yaşayan insanları da büyük ölçüde etkilemiştir.
 Kuruluş dönemi sosyal sınıflarını açıkladıktan sonra bugüne kadar gelmiş olan bir teze karşı çıkarak konusunu bitirir, yazarımız. Gaza ve gazilik kavramı Osmanlı Beyliğinin kuruluş dönemi için tek başına yeterli ana sebep değildir. İktisat ve savaşçılar (gazi sınıfının harici) da bu dönemde gaza kadar etkili olmasa da varlıkları yok sayılamayacak kadar önemli kavramlardır, bunu da göz ardı etmemeliyiz diye bitirir.
 Yazar “Osman ve Orhan Beyler” bölümünün girişinde Osman Bey’in beyliği bileğinin hakkı ile alarak işe başladığını vurgular. Ardından bu işi nasıl yaptığını açıklamak için Osman Bey’in hayatından çeşitli dönemleri kesit olarak sunar. Osman Bey’in eski Türklerden beri büyük önem arz eden Av noktasındaki maharetinden bahseder. Çeşitli kaynaklarda geçen Osman Bey’in Av(cı)başı olduğuna dem vurarak beylik içindeki saygınlığına dem vurur. Delikanlılık dönemlerinde yaptıklarının herkesin yapabileceği kolay şeyler olmadığından bahseder. Zamanla beyliğin menfaati için Amcası Tündar Bey’i bile ortadan kaldırtması ve yeni ele geçirdiği yerlerde kendi adına hutbe okutması onun lider kişiliğine örnek olarak sunar. Ta o zamanlar Osman, Selçukluya karşı bağımsızlık fikrini güderdi söylemini savunur.
 Osman Bey’in bölgenin yerleşik halkına da iyi davrandığını ve emrindekilere de bunu öğütleyip uygulattığını belirtir. Osman Bey’e göre buralarda yaşayan ahaliye iyi davranıp güzelce geçinilmeli ki buraları hep beraber mamur edilebilsin. Ayrıca Osman Bey, Bizans tekfurlarına karşı da gene Tekfurlardan ve Rum ahaliden ittifaklar oluşturarak kendisine karşı olan durumları da tersine çevirmek istemiştir.
Osman Bey’in etrafında zamanla Müslüman ahalinin dışında Rumlar ve paralı askerlerden oluşan çeşitli milletlerden insanlarda birikmeye ve tebaasını çeşitlendirmeye başlamışlardır.
Osman Bey ise bu etrafında toplanan dindaşları dışındaki topluluklara her zaman haklarını teslim etmeye çalışmış, zamanla onlara bir aitlik hissiyatı kazandıramasa bile belli ölçülerde bir bağlılık kazandırmıştır.      
 Yazar Osman Bey’in amcası dururken kendisinin bey olmasını da, onun kendisinin cesaret ve zekâsıyla kapattığını düşünmektedir. Bununda o zamanki toplumlarda görülen yaygın bir uygulama olduğundan bahsetmektedir.
 Bölgede çöken siyasal erk uygulamasını Osman Bey kısa sürede doldurmayı başarmıştır. Bunu başarması da şüphesiz kendi becerisinin yanında o esnada Bizans’ın siyasi ve ekonomik boyutunu da göz önüne almak gerekir. Bizans’ın ülke içi çekişmeleri Türkmenleri doğal bir askeri müttefik yapmış, Bizans devletine karşı baş kaldıran asillerin ve valilerin ilk yardımcıları da bu Türkmenler olmuştur. Ayrıca Osman Bey’in bütün bunların yanında yerleşik düzende büyük önem arz eden belli başlı merkezleri ele geçirme planı ve bu planı için uyguladığı politikada onun diğer tüm beylikler arasından sıyrılmasını sağlamıştır.
 Orhan Bey’in en büyük oğlan olduğu için zaten bey olarak yetiştirilmişti der yazar. Ama Orhan Beyliğe geçer geçmez babasının yarım kalan hayallerini ve ideolojilerini devam ettirmişi ve daha da ileriye taşımıştır.
 Orhan Bey önce Bursa’yı ardından İznik’i fethetmiş, bunun ardından İzmit ise kısa bir süre sonra kendiliğinden teslim olmuştur. Yazar burada başka bir noktayı da vurgulamaktadır. Osman Bey’in hayatında Ulubat tekfuruyla yaptığı anlaşma sonrası neden daha fazla bu uç bölgesine yönelik fetih faaliyetlerinde bulunmadığı sorusunu sormadan edemez. Acaba Osman Bey daha önce yendiği ve anlaşmaya vardığı bir tekfur’un üzerine neden bir kere bile gitmemiştir. Bunun nedeninin Osmanlı tehdidini sezen Bizans’ın bölgede kendisinden sonra en büyük kuvvet ve idare mekanizmasına sahip Germiyanoğullarıyla anlaşmaya varıp gizliden Osmanlıyı frenletmiş olabileceğinden bahseder.  Bunun yanında Germiyanoğullarıda kendilerinin değil etrafındaki adamlarını harekete geçirip Osman Bey’i rahatsız ettirdiklerini de vurgular. Tüm bunlardan dolayı Osman Bey’in defalarca karşısına çıkan bu iki engeli yendiği halde yumuşak bir tutum sergilemeye devam etmesini Osmanlı Beyliğinin gücünün sınırlanmış olduğuna bir delil olarak sürebilmektedir.
 Ne zaman Germiyan Bey’i Yakup Bey ölmüş o zaman Osmanlılar deyim yerindeyse şahlanıp gitmişlerdir. Bursa, İznik, İzmit ve Karasi fetihleri ve ardı ardını izlemiştir. Osmanlılar artık Kadıköy’e kadar uzanmış, batıda Gelibolu’nun karşısına kadar inmiş, Marmara’nın Anadolu yakasında Osmanlı beyliğinin sınırları içine dahil olmayan yeri neredeyse hiç kalmamıştır. Bizans İmparatoru bile artık durumu kabullenip Orhan Bey ile anlaşmaktan başka çaresi olmadığını görerek ona göre siyasi muamelelere başlamıştır.
 Osmanlıların Karasi Beyliğini aldıktan sonra bir donanmaya sahip olduğu bilinendir, fakat hala Osmanlıların sallarla Gelibolu’ya geçtikleri şeklindeki rivayete hem itiraz eder hemde kızan yazarımız Bizans kaynaklarından gösterdiği vesikalarla olayı nesnel gerçeklere dayandırarak bir açıklama yapmak istemiştir.
 Bizans İmparatoru ile Orhan Bey arasında başlayan ilişki Osmanlıların daha önce kendilerinden ince bir ip gibi bir suyla ayrılan karşı kıyılara geçmelerine vesile olacak kadar ilerleyecektir. Her ne kadar Osmanlılar daha önce karşı kıyıya geçmemiş olsalar da karşıda neyin olup bittiğini ve kimlerin oralarda olduğundan haberdar olmalarının imkansızlığından bahseder.
 Osmanlı Atlıları artık defaatle Bizan’ın iç meseleleri için Trakya da at koşturmaktadır. Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa bu yeni ayak bastıkları toprakları iyice tanımaktadır. Çünkü bu tanıyış Osmanlıya çok farklı ufuklar açacak bir geleceğin ilk adımlarını oluşturmaktadır. İlk başta Çimpe ile başlayan bu başlayan macera Tanrının da lütfüyle Gelibolu’nun kalıcı olarak ele geçirilmesiyle artık iyice sahiplenilmiş ve yerleşilmiş bir düzen kurulmaya başlanmıştır. Bu esnada atının sürçüp düşmesi sonucunda Şehzade Süleyman’ın ölmesi bile Osmanlının bu bölgedeki emellerini kesintiye uğratamayacaktır. Süleyman gittiyse geriden gelen bir Murat abisinin ve babasının ufkunu daha da ilerlere taşıyacağını çıkmış olduğu Trakya’da ki akınlar ile ispatlamıştır. Yaptığı fetihler ise artık Bizans’ın elinin kolunun bağlanmaya başladığının bir işareti olmaya başlamıştır.
 Tüm bu hızlı fetih ve akın çalışmaları esnasında Beyliğin iktisadi yapısını da sorgulamaya başlar, yazarımız. Çünkü fethedilen yerlerden gelen ganimetler ile bu iş döndürülemeyecek kadar büyük bir toprak parçasına sahip gözükmektedir. Bu arda ele geçirilen yerlerin bir kısmının büyüklüğü sadece adda kalmış, yıllar süren kuşatmalar ve ablukalar bu şehirlerin harap düşmesine sebep olmuştur. Kolonilerde yaşayan Latin tüccarla ile ilişkilerinde bu dönemde başladığını aktarır yazarımız. Ama bir nokta vardır ki der, yazarımız; belgeler bizi yanıltmasın fetihçi yani savaşçı konumdaki bir beyliğin ekonomisi asla geri sayılmaz, fetihler durmadığı müddetçe. Bu resmi vesikalarda işlenmemiş olsa bile der.
 Yazar Osmanlı (Beylik) Devleti bölümünde, devletin tanımı ve işleyişini vermiştir. Ardından kitabın konusu olan Osmanlı devletinin işleyiş ve sistematiği üzerine bir açıklama yapar. Osmanlı devlet sistemi nedir? Neler vardır bu sistem içerisinde, sınıflar, bürokrasi ve hepsinden önemlisi tüm bunlar nasıl bir sistem üzerine kurulmuş ve işlemektedir bunu açıklar. Hemen arkasına ise kendi zihin dünyasının yardımıyla bu işleyişi değerlendirmeye tabi tutar.
Devletin kuruluşundaki süreçte kan bağının nereye kadar etkili olduğunu sorgular. Çünkü o güne kadar kurulmuş devlet geleneğinde bu çok önemli bir durumdur. Osmanlı Beyliğinin de ilk başlarda diğerlerinden çok farklı davranmadığını ama bir farkla bunu değiştirmek içinde kullanmış olduğu yöntemleri sıralayarak farkını ortaya koyduğunu düşünür. İkincil olarak ise küçük bir beyliğin devletleşebilmesini nasıl yaptığını ve rol model kimi aldığı sorusuna cevap bulmaya çalışır. Bunun cevabı da yazara göre gayet basittir. Osmanlı beyliği ve ahalisi göçebe olmakla birlikte devlet aygıtına yabancı değildir. En kötü ihtimalle Anadolu’ya gelmeden önce böyle bir aygıtla zaten tanışmaması zaten imkan kabilinde değildi der. Anadolu’ya geldikten sonra ise geleli çok olmuş ise zaten bulundukları bölgede Anadolu Selçukluları hem ırki hemde dini yönden bir örnek teşkil edecektir. Anadolu Selçuklularına yetişmeme durumunda ise etraflarındaki beyliklerin bağımsızlık süreçleri ve devletcikleşme noktasındaki atakları hem iyi hemde kötü yönlerini zaten ortaya koyduğu için Osmanlı Beyliğinin böyle bir örneğe ihtiyacı bulunmamaktadır. Zaten Osmanlılar bu ortamı bizzat yaşayarak hissetmektedirler.
 Yazar Osman Bey’in devleti nasıl adım adım oluşturduğunu şöyle anlatır. Osman Bey bir devlet için gerekli üç şey’i “kutsallık”, “savaşçılık” ve “iktisat’ın” işlevini iyi gözetmiş ve buna yönelik çalışmalar yapmıştır. Yazara göre her ne kadar Osman Bey’in bütün bunları bilinçli olarak yaptığına dair bir belge bulunamadığını söylese de, yapılanların minvalinin o yönde olduğunu da belirtmeden duramaz. Askeri açıdan “tımar” sistemi ve iktisadi olarak paralar kurup buralardan “bac” vergisinin alınması önemli bir detaydır. Ama kutsallık ve devleti devlet yapan cebir kullanma, meşru şiddet olgusunun tam olarak tatbiki ve uygulanması için Osman Bey döneminin sonrası, Orhan Bey dönemi beklenecektir.
Osman Bey kazanılan topraklaı için bir müddet sonra eski bey sistemi adetini değiştirerek devlete ait “devlet malı” zihniyetini yerleştirmeyi başarmıştır.
 Orhan Bey’in iktidarıyla birlikte beylik için devletleşme süreci epey hızlanmıştır. Artık idari bir yapı temellenme aşamasını geçip fiiliyatta da örnekler vermeye başlamıştır. Devlet mekanizmasının olmaz ise olmazı olan bürokrasi sistemleştirilmiş, divan gibi devlet yapısında uzun yıllar çok önemli fonksiyonlar icra edecek olan bir mekanizma kurulmuştur. Atanan sancakbeyleri artık devlet adına orada bulunduğu olgusu yerleşmeye başlamıştır.
 Orhan Bey’in bir diğer şansı ise kendisiyle saltanat çekişmesine girmeyip bilakis kardeşine yardım etmek için köklü yeniliklerin başlatılmasını söyleyen kardeşi Alaaddin Paşanın destekleri olmuştur.
 Alaaddin Paşanın yaptığı ilk çalışma yüzlerce yıllık bir Türk devlet geleneği olan yönetici sınıfının Kızıl giyme âdetini terk edip, beyaz renge büründürmesidir. Yazar bu şekilde şekilci gibi gözüken çalışmayı aslında yeni olmayan bir sınıfın “buyuran sınıfının” türemesi olarak değerlendirmemektedir. Türkler zaten buyuran sınıfına yabancı değildir. Ama yaşadıkları coğrafyada hüküm süren medeniyetlerin etkisi ya da yazarımızın daha zayıf bir algı olarak algıladığı dinsel bir metoddan ziyade Osmanlının farklılığını hissettirmek için ilk başladığı yer olarak gördüğü bir algı değiştirme operasyonu olarak bakar. Artık sınıflamalarda Osmanlı toplumunda belli olmuştur.
  Alaaddin Paşanın inci köklü çabası ise Osmanlı devletinin yaklaşık 400 yılı aşkın bir süre sürdüreceği askeriye ve bürokrasisinin bel kemiğini oluşturacak devşirme sistemini hayata geçirmesidir. Biraz daha açarsak zaten daha önceki Müslüman-Türk devletlerinde olan gulam(köle) sistemini geniş çapta yeniden ele alıp, o güne kadar uygulanmayan bir şekliyle uygulamış olmasıdır. Yani savaşta esir alınan köleler yerine hakimiyet sahasındaki bölgede yaşayan gayri Müslim ahaliden belli şartlara göre alınıp yetiştirilen çocuklar ile bu sistem gerçekleştirilmiştir. Bu devşirmeler ile oluşturulan merkezde ki askeri güç devleti belli askeri güce sahip beylere muhtaç olgusundan kurtardığı gibi, fazladan birde hakimiyetini daha geniş ve disiplinli olarak yayma fırsatı vermiştir. Bu sistemde askeri hizmet dışında kabiliyete sahip olarak ayrılan çocuklar ise geleceğin bürokrasi sınıfında yer alarak devletin en önemli ikinci adam konumuna kadar yükselme fırsatı bile bulmuşlar hatta zamanla bunu devletin asli unsurunu oluşturanlardan daha fazla gerçekleştirmişlerdir.
Yazarımız, Osmanlı toplumunun hiyerarşisinin katı ve sabit bir kast olarak görülemeyeceğini belirtir.  Evet katı bir kast sistemine benzer bir uygulamadan söz edilebilir ama bu sistem doğuştan kazanılmış bir statü ile değil sonradan çalışmayla yada başarıyla, mevki ve unvan ile elde edilmektedir.
 Yazarımız kitabın son bölümlerinde kurtuluş dönemi iktisadi yapısına yönelik sormuş olduğu en büyük sorusu ise “Osmanlı Toplumunda sınıflaşmanın baş ölçütü vergi midir?” sorusudur.
Yazara göre bu sorunun cevabı ilk başta evet gibi geldiğini söyler. Ama işi biraz daha irdeleyip sosyal durumu da işin içine kattığımız zaman bambaşka bir sonuçla karşılaşıldığından bahseder.
Dini zümrelerin ve Tımarlı sipahilerin, toplumdaki dini ve askeri işlevleri üzerine aldıklarını ve bu sayede elde ettikleri önemli konum neticesinde karar verme yetisinde devlet ile paydaş bir seviyeye geldiklerinden bahseder. Sistem doğru işler ve hatalar minimumda kalır ise bu mekanizma çok güzel sonuçlar vermektedir. Ama aksayan bir şey olursa tüm bu yapının sarsıldığını ve ilişkinin yarar yerine büyük zararlar getirerek, başta en alt tabaka olan köydeki toplumdan tüm idari sisteme kadar rahatsızlık verdiğini belirtir.
 Yazar hükümdarın malı olan devlet toprağındaki mantığın ise eski Türklerden bu yana başarıyla taşınmış ve zamanla tecrübeler ışığında yenilenmiş, hükümdar ile kul arasındaki ilişkiye göre düzenlenmiş bir çeşit anlaşma ve ödüllendirme biçimi olarak nitelendirir.

 Son olarak yazarımız eserinin girişinde de belirttiği gibi, Osmanlı devletinin kuruluş dönemine ilişkin klasik metodlarla açıklama yapılması metodunun yerine (ki kendiside daha önce böyle iki çalışma yapmıştır), zaman değişirken tarih biliminin de içeriğine yeni şeyler ekleniyor bunlara göre acaba yeni eklenen bu eklemlerle yeni bir kuruluş tarihi serencamına bakılamaz mı? diyerek kaleme aldığı bir eser olarak gözümüze çarpmaktadır.Senc 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder