Vurulduğu gecenin sabahında, Bağdat’ın semaları kızıl alevler içinde yanıyordu.
Bağdat’ın bütün camilerinden bir anda ağıt makamında Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlıyordu. Bu ezanlar, dünyaya naklen Bağdat’ın kimliğini haykırıyordu.
Öyle acıklı, öyle hüzünlüydü ki Bağdat’ın hâli! Dicle Nehri, Bağdat’ın ortasından gözyaşının yanaktan süzülmesi gibi süzülüp akıyordu.
Haftalarca böyle, Bağdat’ın semalarında ezanlar acı acı inledi. Ve haftalarca Dicle, hüzünle ağladı. Ve haftalar sonra binlerce can veren Bağdat düştü. Sanki diktatör bir babanın zulmünden kurtulmuş, yabancı birisine evlatlık verilmiş gibiydi Bağdat. Bağdat sahipsiz bir yurt gibi bombalandı, yağmalandı. Dicle günlerce ağladı, aktı.
Bağdat’ın semalarında dolaşan serseri füzeler, bombalar sustuğunda, bu kez Bağdat’ın caddelerinde serseri talanlar yaşandı günlerce. Diktatörlük zamanının kinleri, içlerden yol bulmuş, kara bir öfke şeklinde caddelere taşmıştı. Huzurun şehri olan Bağdat, ölümün şehri olmuştu.
**
Geçenlerde İsmail YK diye bilinen sanatçının Kuzey Irak’taki konserindeki izdihamı görünce Irak’ın işgal günleri geldi gözlerimin önüne. Sonra hayalen on yıl sonrasına gitmeyi düşündüm.
Buyurun!
Savaş bitmişti, talan dinmişti. Arkadaşım Kemal ile Bağdat’taydık. Akşam olmak üzereydi ve biz büyükçe bir otele yerleşmiştik.
İlk işim akşamın kızıllığında Bağdat’ı kuş bakışı seyretmek oldu. Henüz eski ışıltısına kavuşmamıştı ama yine de muhteşem görünüyordu Bağdat. Şehrin havasında garip bir belirsizlik vardı. Sanki yeni bir fırtına öncesinin sessizlik seziliyordu havada. Şehrin ortasında sakin akan Dicle, haftalardır akan kanları yıkayıp temizlemiş gibiydi.
Gün, yüzünü karanlığa dönerken Bağdat semalarına dört bir yandan ezan sesleri yayılmaya başladı. Yine hüzünlü yine acıklıydı ezanlar. Ezanlar; sanki yakasında yabancı eli varmış gibi bir garip okunuyordu.
O gecenin sabahı, daha günün ilk ışıklarıyla beraber Salim ile Bağdat’ın sokaklarını dolaşmaya başladık.
Düşmüş bir ülkenin yıkılmış şehrinde geziyorduk. Şehir; zenginken fakir düşmüş bir insanın garip halini andırıyordu. Zilleti kabullenemeyen ama zillete düşmüş bir hali vardı şehrin. Yer altı petrol denizi olan bu ülkenin, yer üstünde petrol en değerli nesne olmuştu. İşgal, binaları havalara uçururken fiyatlar da havalara uçmuştu.
Şehirde her şey sil baştan olmuştu. Ne eski askerler asker, ne eski memurlar memur, ne seki polisler polis, ne de eski ülke, ülkeydi. Yalnız insanlar aynı, çocuklar aynıydı.
Çocuklar şehrin yıkılmış, kirlenmiş sokaklarında bilye oynuyorlardı eskiden olduğu gibi. Sokaklarda birikmiş çöp yığınlarının arasında hayat yine akıyordu. Acılar, kanayan yerinden yokluk içinde sarılıyordu.
Ağlamak da gülmek de insanlara özgüdür. Bu yıkılmışlık ve belirsizlik içinde insanlar yine de gülecek eğlenecek bir şeyler buluyorlardı. Bombardıman sırasında evlerine kapanan insanlar, yeni oyunlar öğrenmişler. Patlayan bombaların sesini duymamak için pinpon öğrenmiş kimisi.
Evlerinde suları akmadığı için, yine imdatlarına Dicle’nin suları yetişmiş. Bu sayede temiz yüzleriyle gülmeyi unutmamış çocuklar. İnsanlar; sıcak bir merhabaya karşın, yüreklerinin ve evlerinin kapılarını açmayı unutmamışlar yine de.
Patlamaların etkisiyle, beyazla siyah daha da belirginleşmiş. Kimi kötü tabiatlı insanların içlerinde sakladıkları ırkçılık duyguları patlayıvermiş bir anda. Birbirlerine açtıkları kolları birbirlerine karşı silah tutar olmuş şimdi. Bir diktatörün başlarına balyoz gibi inen yumruğunu, eşlerinin yanında evlerinde, başlarına çuvalların geçirilmesine yeğ tutar olmuş insanlar.
Geniş avlulu camiler, türbeler, evlerin avlusundaki palmiyeler, hurma ağaçları; sokaklarında her ne kadar Coni ismindeki askerler dolaşsa da, hep Bağdat’ın kimliğini anlatıyor, ‘’Burası Bağdat’’, diyordu. Coniler her ne kadar Bağdat’ın sokaklarında gezerken ‘Burası artık bizim’’ dercesine gezseler de yine de bu caddelerde iğreti duruyorlardı.
Kuşlar yine cıvıldaşmaya başlamıştı. Her ne kadar, insanların yüzlerine umutsuzluk yansımış olsa da, yine de içlerindeki inanç çekirdeğinde bir umudu saklar görünüyorlardı.
Bağdat zaman zaman, her ne kadar kendine yabancı insanların istilasına uğramışsa da ruhuna İslam sinmişti. Dicle, çöl sıcaklarına Anadolu’dan manevi bir serinlik taşımaktaydı sanki bu şehrin bağrına. Genç kızlar yine de beyaz gelinliklerine bürünmenin heyecanını yaşıyorlardı. İnsanlar bu beldenin manevi koruyucularının olduğuna inansalar da Coniler bunun farkında değillerdi. Bağdat’ın caddelerinde gizemli bir umut görmüştük o gün.
Otele döndüğümüzde Kemal ile günün değerlendirmesini yapıyorduk. Yeni Irak televizyonları bir bir açılmıştı. Bizdeki magazin salgını sanki buraya da bulaşmış gibiydi.
Kemal:
— Biliyor musun, dedi, bu ülkede neler olacağını şimdiden çok iyi tahmin edebiliyorum.
Salim’in yüz ifadesinde sanki geleceği okuyan bir kahin edası vardı. Kızmıştım, ukalalığıyla dalga geçtim:
— Ne o, bir gün Bağdat’ta dolaşınca, Alaaddin’in Lambası’nı mı buldun yoksa?!
Benim, alay etmeme hiç aldırmadan devam etti Salim:
— Bak göreceksin! Yakında Irak televizyonları, güzellik yarışmaları tertip edecekler. Dünya güzellik yarışmasına katılan Irak güzelini de dünya güzeli seçecekler. Delikanlıların ve genç kızların peşinden sürükleneceği sahte pop ilahları oluşturacaklar. Sonra, devletin imkanlarıyla yeni kurulan sistemin yanlıları zengin edilerek, yeni bir burjuva sınıfı oluşturulacak. Sistem onlara devredilecek onlar da taşeron görevini üstlenecek. Bu insanlar saltanatlarını yürütmek için halkı kamplara bölecekler. Yakında ilerici-gerici kavgaları başlayacak. Filmlerde din adamları hep aşağılanacak. Açıklık- saçıklık bir meziyetmiş gibi toplumun önüne sunulacak. Köşe başlarındaki gazete bayilerinde boyalı gazetelerin sayısı artacak. Petrolün bol olduğu bu ülkede enflasyon canavarı azacak, peşinden ahlaksızlık artacak, insanlar birbirleriyle dayanışmayı kesecekler.
Belki söylediklerinde gerçek payı vardı ama bu felaket tellallığına daha fazla dayanamadım.
— Dur! Dedim.
İşine gelmedi değil mi, gibilerden yüzünü buruşturdu. Konuşmasına fırsat vermeden söze girdim.
— Kardeşim sen kendini kahin zannetmeye başladın. Azcık kendine hakim ol. Her film, her ülkede aynı rağbeti görmez. Hem sen İlahi Takdir’i neden göz ardı etmektesin. İnsanlar böyle planlar kurabilir. Ama bu aynen olacaktır demek, Hakk’ın iradesine saygısızlıktır. Her şey ancak Allah izin verirse olur. Biraz da iyi yönlerinden baksana.
Salim bana manalı manalı bakarak devam etti:
— Sence bu olayın iyi gözüken bir tarafı var mı?
— Evet var, dedim. Belki on yıl sonra bu dediklerinin bir kısmı bu toplumda ortaya çıkacaktır. Ama bu olay içte olanın dışa yansıması şeklinde de değerlendirilebilir. Aslında diktatörlüklerde içe kapatılan bir toplumun ne kadar bozulduğu görülmez. Kalın duvarların ardındaki bozulma görülmez. Duvarlar kalkınca insanların bozulduğunu düşünürsün ama gerçekte insanlar içte olanları ortaya dökmüşlerdir. Ayrıca diktatörlüğü İslam’ın neresine koyabilirsin. Aslında o da İslam adına bir bozulmuşluktur. Ben senin gibi düşünmüyorum. Bence insanlık erdemleri daha da ortaya çıkacak. Daha da düzelmeler olacak. İnsanlar sahip oldukları inancın adamı olmak için nefislerine karşı mücadele vermeliler. Belki de bütün bu yaşananlar, farkında olunmayan bir nimetin farkına varılması içindir.
Her şey senin düşündüğünün tersi de olabilir. Yani belki de bu işgal, birçok Amerikalı’nın İslam’la tanışması için bir vesile de olabilir. Amerika’nın dönüşümü için bir dönüm noktası olabilir. Biliyorsun biz Türkler de Müslümanlarla yapılan Talas Savaşı’ndan sonra İslam’la şereflendik. Bağdat’ı işgal edip yakıp yıkan Moğolların bir çoğu İslam’la şereflenmediler mi bizim gibi. Demek bu beldenin böyle bir özelliği var. İçine giren, girdiği gibi çıkmıyor.
Bu kez de Kemal bana alaycı bir gülümseme fırlattı.
— Çok hayalperestsin. Binlerce insan bozulurken birkaç Amerikalı’nın müslüman olmasının ne önemi var ki?
— İyi de dostum, dedim, ...müslüman islam topraklarında doğdu diye avantajlı mı olmalı? Müslüman, imanıyla hiç imtihan olmamalı mı? Belki bu işgal bir elek görevi görecek. Elmasla kömürün farkını ortaya çıkaracak. Hem bu musibet, insanların imanında zaafiyet başladığı için bir toparlanma uyarısı da olabilir.
Kemal, ikna olmamış bir edayla kaşını kaldırıp başını salladı ve ‘’Göreceğiz’ dedi.
İkna olmadığını görünce devam etme gereği duydum:
— Sevgili dostum, dedim. Bu şehir ne Hülagûlar, ne ateşperestler, ne istilacılar gördü. Hani neredeler? Hani onların evlatları neredeler? Hepsi İslam’ın nuruyla eridiler. Her şeye rağmen bin beş yüz yıldır bu şehrin İslam kimliği değişmedi. Bu ezanlar bu şehrin toprağını bile İslam’la yoğurdu. Bu çöllerin her bir kum taneciğinde bile İlahi bir seda saklı. Unutma Güneş hiçbir zaman batmaz. Gece ancak dünyanın dönmesiyle olur. İnsanlar dönmezse, ahiretleri gece olmaz. Güneş bu beldelerde doğmuştur. Onun için batmaz.
Sonra bu şehirdeki güneşin diğer ışıklarını görmedin mi? Bir Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin ışığını bu şehirden nasıl söküp atabilirler? İstanbul’un ruhundan Eyup Sultan’ı Bizanslılar silip atabildiler mi? Yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmadı mı o ruh?
Konuşmalarımız Bağdat gezisi boyunca böyle uzayıp gitmişti.
**
Aradan on yıl geçmişti.
Salim ile yine Bağdat’taydık. Bağdat’ın semalarını yine Ezan-ı Muhammedi, o huzur veren nağmesiyle dokuyordu. Şehir, muhteşem güzellik ve cazibesiyle büyülüyordu.
Günlerden cumaydı. Arabamız şehrin en işlek caddesinden ilerlerken; Salim bir yandan beni dürtüyordu.
— Bak gördün mü köşe başındaki büfeyi. Her taraf boyalı gazete ve mecmualarla dolu. Ya şu hippi kılıklı Bağdatlı kıza ne diyorsun!?
Sanki zafer kazanmış kumandan gibi kasılıyor, haklı çıkmış olmanın gururuyla bana burun kıvırıyordu.
— Dostum, dedim, hippiye benzemeyenler hâla çoğunlukta dikkat etsene!
Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin camisine gittik. Camide mahşeri bir kalabalık vardı. İçime bir ferahlık yürümüştü. On yıl önce kısmen tahrip olan caminin ön avlusunda muhteşem bir düzenleme yapılmıştı. Avlunun giriş kapısında bir levha asılıydı. Levhada; ‘’Bu caminin dış düzenlemesi Amerikan Müslümanları tarafından yapılmıştır’’ yazıyordu.
Heyecanla Kemal’e bir dirsek attım. Galiba biraz dozunu da kaçırmıştım heyecandan. Canının yandığı yüz ifadesinden belli olmuştu. Tabelayı okuması için işaret ettim. Cami avlusunda Iraklılara benzemeyen birçok sima vardı. Önce bunların Amerikalı turistler olduğunu düşündük. Sonra bunların Bağdat’ta yaşayan Amerikalı müslümanlar olduğunu duyunca içim kabardı. Artık Salim’e dirsek atarak bir şey ispatlamak zorunda değildim. Herşey ortadaydı. Aslında manzara çok da garip değildi. Zaten biz Türkler de İslam’ı Müslüman Araplarla savaşırken öğrenmemiş miydik?
Camiye girdiğimizde ezan okunuyordu. Müzezzinin içli sesinden süzülen Ezan-ı Muhammedi caminin içini çınlatıyor, Bağdat’ın semalarını süslediği gibi içimizi de süslüyordu. İç ezanla birlikte saf tutup namaza durduk.
İki yanımızda ve önümüzde Amerikalı müslümanlar da bizimle beraber saf tutmuşlardı. Bağdat’ın büyüsünün buradan yayıldığını anlamıştık. Endişeye mahal yoktu.
İslam, mıknatıs gibidir. Onun ışığına yaklaşanlar, mutlaka o ışığın bir parçası olurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder